Bu dünya artık toprağı savunan halklar ile talan edip paraya çevirmeye çalışan sermaye arasındaki en büyük çatışmaya şahit olmaktadır. Eğer kaybedersek, bir geleceğimiz olmayacaktır
Dünyada son yıllarda en fazla gündemimize giren konuların başında salgın hastalıklar gelmektedir. Bu hastalıkların çıkış nedeni konusunda ortak bir fikir olmasa da doğal alanlardaki yıkımın ve küresel iklim değişikliğinin yeni salgın hastalıklara yol açan esas olgu olduğunu söyleyebiliriz. Bunun dışında komplocu teorilerle bugün yaşananları açıklayamayız.
Dünya tükeniyor
Kapitalist sermaye birikiminin temelinde sınırsız emek sömürüsü ve sonsuz üretim/tüketim ilişkisi yer almaktadır. Gündelik yaşantımızda kullandığımız her eşya, doğadan alınan bir kaynak sayesinde ortaya çıkmaktadır. Toplumcu kamusal planlamaların etkisinin azaldığı günümüz dünyasında bir sarmal oluşmuştur. Konut ihtiyacı ticarileşmiş ve insanların büyük bölümü kentlerin bir uç noktasından diğer uç noktalarına gitmeye başlamışlardır. Bu durum toplu taşıma ve kişisel araçlarla çözümü zor bir denkleme dönüşmüş ve hava kirliliğinin yaklaşık %55 nedeni sayılan otomobilin kent yaşantısının temeli olmasına neden olmuştur. Bugünkü gibi salgın koşullarında ise toplu taşımanın riski, insanları kişisel çözümlere doğru daha fazla itmektedir. Ev eşyalarımız, giysilerimiz ve aklımıza gelebilecek her şey bunun parçasıdır. Kent nüfusunun %90 seviyelerine çıktığı ülkemizde ise, kullan-at malzemeler çok artmıştır. Bir lokantaya gittiğinizde biber, tuz, ketçap vb. her şey minik paketlerde önünüze gelmektedir. Suyu pet şişeden içmekteyiz. Yani bir bardak su için geriye 100 yıl yok olmayacak bir çöp bırakmaktayız. Aslında bu sarmal için söylenecek en iyi söz, bu tüketim baskısı dünyayı devasa bir çöplüğe çevirmekte olduğudur. Giysilerimizde kullanılan boyalar, her gün bir dereyi zehirlemektedir. Su canlılarında pet şişe ve naylon atık yutma sonucu ölüm oranı çok yüksektir.
Gıda üretim süreçleri de aynı sürecin parçasıdır. Üretim miktarının artması için kullanılan yöntemler sürekli bir başka sarmalın parçası haline gelmektedir. İngiltere merkezli deli dana hastalığı, inek yemlerine katılan öğütülmüş kemiklerden kaynaklanmıştı. Sebze ve meyve üretiminde kullanılan kimyasal gübreler ve böcek ilaçları hem toprağı hem de bedenimizi toksin maddelerle doldurmaktadır. Gıdaların içeriğindeki besin değerleri düşmüş ve doyma hissi ile besin ihtiyacı birbirinden ayrışmıştır. Belki de dünyada yaşayan nüfusun çok büyük bir çoğunluğu tıbbi olarak açlık çekmektedir.
Enerji tesisleri dünyayı zehirliyor, genleri değiştiriyor
Başta fosil yakıt (kömür, petrol vb.) kullananlar olmak üzere tüm enerji tesisleri dünyayı bir sona yaklaştırıyor. Sera etkisi tüm gezegende belirgin bir iklim değişikliği yaratıyor. Buzullardaki erime çok ilerledi ve binlerce yıldır donmuş haldeki birçok bakteri ve virüs suya karışmaya başladı. Türk Toraks Derneği verilerine göre yalnızca ülkemizde hava kirliliği kaynaklı hastalıklar nedeniyle yılda ortalama 30 bin yurttaşımız hayatını kaybetmektedir. İnsan kaynaklı bu değişim, 2019 yılında dünyada 150 milyon insanın yaşadığı bölgelerden göç etmesine sebep olmuştur. Ülkemizde ise sarmal daha sıkı bir hale gelmiştir. Yağmur yağsa sel, yağmasa kuraklığa mahkûm bir hale geldik. Başta kent politikaları olmak üzere nerdeyse her dereye yapılan bentler, her dağa kurulan rüzgâr gülleri, her linyiti elektriğe çevirmeye çalışan santraller, başımıza bela olmuştur. Karadeniz’de ve başta İstanbul ve Ankara gibi metropollerde son yıllarda yaşanan sel olayları, barajlar ve hatalı kentleşme sonucunda karşımıza çıkmaktadır.
Dünya ölçeğinde nükleer santraller denizleri aşırı ısıtmakta ve ekosistemi geri dönülmez ölçekte değiştirmektedir. Ortaya çıkan atıkların akıbeti meçhuldür. Beton kalıplara sokulup okyanuslara atıldığına dair değişik eleştiriler var. Bunların dışında ortaya çıkan kazalar dünyayı zehirlemiştir. (İlki 1957’de İngiltere’nin Windscale kentinde yaşandı, kazadan 25 yıl sonra haberdar olundu; ikincisi 1958 yılında SSCB döneminde Ural Dağlarındaki atık patlamasıydı, kazadan 20 yıl sonra haberdar olundu; ABD’de 1961’de SL-1 ve 1979’da Three Mile kazaları yaşandı; Almanya Bavyera eyaletinin Niederaichbach kasabasında 1972 yılında yaşandı, santral sızıntı nedeniyle 1974 yılında kapatıldı… Ukrayna Çernobil 1986 ve Fukişima 2011 gibi toplamda 200’ü aşkın vaka yaşandı.) Ne yazık ki şeffaf olunmayan süreçler yüzünden eksik bilgiler ile olayları anlamaya çalışıyoruz. Ama bilinen en temel gerçek ister bomba olarak kullanılsın (Japonya’nın Nagasaki ve Hiroşima kentleri 1945’te ABD tarafından atom bombaları ile bombalandı ve halen birçok yerde nükleer silah denemeleri yapılmaktadır) isterse elektrik üretmek için, nükleer enerjinin ortaya çıkardığı genetik bozunumlar çok yüksektir ve düzeyi hesaplanamamıştır.
Madencilik alanındaki diğer çalışmalar (özellikle siyanür kullanılan altın ve bakır madenciliği) 1800’lerden beri Afrika kıtasını çöl be bataklığa çeviren ana etmendi. Afrika halkına yardım çağrısı yapılan kampanyalarda kullanılan görüntüler toprak ve suyun kirlenmesi sonucu oluşan yıkımın fotoğrafıdır. Bugün ise bu madencilik dünyanın birçok ülkesinin olduğu gibi ülkemizin de temel sorunlarından biri olmuştur. Uygulanması için 12 Eylül darbesine ihtiyaç duyulan 24 Ocak Kararları ile madencilik alanı sermayeye açılmış ve ardından çıkarılan yasalar ile şirketler özel bir korumaya alınmıştır. AKP döneminde de talan sınırsız bir hale getirilmiştir.
Ülkemiz açısından bu gidişi durduramaz isek Türkiye artık bir çöp ülke olma potansiyeli taşımaktadır. Doğal alanlara yapılan her müdahale geri dönüşümü zor süreçler yaratmaktadır. İlk kayıp orman ekosisteminin tahribatıdır. Ardından ortaya çıkan toz emisyonu, yer altı su ve akışkan kanallarının değişimi, altın için kullanılan siyanür zehri başta olmak üzere kullanılan kimyasallar toprağa zarar vermekte ve yaşamı tehdit etmektedir. Tarım alanlarının yakınına yapılan tesisler hem toz, gürültü ve atık hem de sulak alanlara verdiği zararlar ile tarımı imkânsız kılabilecek boyutlara gidebilmektedir. Siyanür havuzları sonraki dönemde bölgede yaşayacak tüm canlıları esir alan büyük bir tehdittir.
Akademide yükselen ekoloji sesleri
Dünyadaki birçok üniversite, salgınlarla ilgili yaptıkları açıklamalarda dünya ekosisteminin bozulmasının temel neden olduğunu anlatmışlardır. İklim değişikliğine karşı önlemler alınmasını isteyen binlerce makale sonunda bazı atımlar atılmaya çalışılsa da ABD’deki Trump yönetimi örneğinde olduğu gibi bu girişimler kadük kalmış, bu politikaların sonuçları halk için ölüm ve yıkım sonuçları üretmektedir. Ülkemizde de benzer süreçler yaşanmaktadır. Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu tarafından yürütülen Kocaeli Dilovası Halk Sağlığı çalışmasının sonuçları, Doç. Dr. Bülent Şık’ın sebze üretimindeki pestisit kullanımına ilişkin açıklamaları hafızalarımıza kazınmıştır. Bu açıklamalar devlet tarafından yargılama konusu yapılmış ve yetkililer halka sunulan bilimsel gerçekleri karartmayı hedeflemiştir.
Ekoloji mücadelesi geleceğimizdir
Ülkemizin hemen her tarafında doğa mücadeleleri sürdürülmektedir. HES’lere, RES’lere, JES’lere, taşocaklarına, mermer ocaklarına, kimyasal tesislere, orman ve yeşil alan talanına, nükleere karşı mücadeleler; Bergama, Fatsa, Kazdağları, Cerattepe bölgelerinde siyanürlü altın madenciliğine karşı mücadeleler; Bursa ve Antalya gibi birçok yerde mermer ocaklarına karşı mücadeleler devam etmektedir. İstanbul’da Üçüncü Köprü ve Üçüncü Havaalanı karşıtı mücadele Kuzey Ormanları Savunması gibi bir harekete dönüşürken, Kanal İstanbul projesine karşı da büyük bir hareket doğmuş, kent ve bölge savunmaları, çevre platformları, çevre dernekleri ülkenin her tarafında kurulmaya başlamıştır. Güncel ihtiyaçlar için kurulan bu yapıların büyük bölümü birlik olma ihtiyacı ile Ekoloji Birliği gibi platformlar oluşturmuş durumdadır. Deneyim aktarımı, hukuk mücadelesi ve yeni talan yasalarını durdurma eksenlerinde için büyük bir dayanışma ağı ortaya çıkmaya başlamıştır. Önemli bir bölümü kendi yaşam alanını ve işlediği toprağı koruma refleksi ile başlayan mücadeleler, bazı alanlarda başarıya ulaşsa da kolluk kuvvetlerinin saldırıları karşısında lokal hareketlere daralmakta ve savunma hattının güçlendirilmesinde sorunlar yaşanmaktadır. Ülke ölçeğinde Gezi Direnişi bu yönüyle bir milat kabul edilebilir. Taksim Gezi Parkı’nın talanını durdurmak için ortaya çıkan hareket tüm ülkede karşılık bulmuş ve tarihe büyük bir kazanım olarak geçmiştir. Aradan geçen yıllarda ülkenin Murgul, Kirazlıyayla, Ünye gibi birçok bölgesi yeni mücadele alanlarına dönüşmüştür. Aktif direnişlerin yanında pasif direniş (duran adam, çıplak ayak kitap okuma, toprak buluşmaları, tohum takasları, bitki festivalleri vb.) biçimlerinin de sergilendiği çok renkli ve her türden insanın katılabileceği bir düzlem ortaya çıkmıştır.
Doğa ile barışık insanca bir yaşam için ileri
Mevcut koşullarda güvenceli bir yaşam kurma şansımız bulunmuyor. Hem dünyada hem de ülkemizde güvenceli yaşamın temellerini yeniden kurmak zorundayız. Şu an ülkede hangi ekonomik durumda olursanız olun gelecek kaygısı hepimiz için çok yakıcı bir hal almıştır. Bunda ülkemizin kötü yönetimi (belki kötünün de ötesinde) büyük bir pay sahibi olsa da bir bütün olarak dünya zehirlenmiştir. Bu zehri ortadan kaldırmadan, geleceğimizi kuramayız. Geçmiş dönem sosyalist/halkçı yönetimlerin yaptıkları hataları da dikkate alarak neoliberal kapitalizmin yıkıcılığını durdurmalı ve yeni bir ekolojik yaşam kurma mücadelesine başlamalıyız. Dünyayı zehirli bir çorak araziye döndüren, nükleer enerji ve siyanürlü altın madenciliği başta olmak üzere tüm talan biçimlerini durdurmalı, ormanlık ve tarım alanlarımız ile suyumuzu ve havamızı korumalıyız. Bu mücadele insanlığın geleceğine dair bir fikir ve hareket önermesi sunan tüm toplumsal hareketlerin en önemli gündemi olmalıdır. Bunun için toprak etrafında yeni bir saflaşmaya ihtiyacımız var. Bu dünya artık toprağı savunan halklar ile talan edip paraya çevirmeye çalışan sermaye arasındaki en büyük çatışmaya şahit olmaktadır. (Bolivya su savaşları en ileri örneklerden biridir ve sonrasında halkçı bir yönetim kurulmasının yolu açılmıştır.) Eğer kaybedersek, bir geleceğimiz olmayacaktır. Ne Mars kolonisi bizi koruyabilir ne de geleceğini umduğumuz yeni teknolojiler bunu sağlayabilir. Filmlerde olduğu gibi bir avuç içilebilir su kaynağı için savaşan insanlara dönmek istemiyorsak, bugün savaşmaya başlamalıyız. Toprak kavgası geleceğimizdir. Bunun politik argümanları ortaya çıkmıştır. Yapılması gereken tüm mağdurları ve potansiyel mağdurları yani halkı bu konuda saflaştıracak yeni bir dil ve doğrudan demokrasi ile işleyecek yeni bir halk örgütlülüğünün kurulmasıdır. Dünyadaki yeni devrimci hareketler, ekolojik bir devrimi önlerine koyabilirlerse başarılı olacaklardır. Ülkemiz için bu mücadele önemli bir kavşağa gelmiştir. Bağımsız bir ekolojik halk hareketi ve örgütü bu zeminde kurulabilir.
Mevcut kapitalist sistem çökmüştür ve halka sunabileceği tek şey yıkımdır. Geleceğimizi bilim ve emekle yeniden kurabiliriz.
Güvenceli bir gelecek için ekolojik bir yaşamı hep beraber kuralım.