Bir diğer Trump’tan nasıl korunuruz?

Donald Trump’ın başkanlığı bir felaketti ve onun pek yakında gerçekleşecek olan çöküşü de kutlama yapmaya değer bir olay. Şimdiki görevimiz ise Trumpizm’i tamamen toprağa gömmeyi sağlayacak bir siyaset inşa etmek

Matt Mcmanus 15 Kasım 2020 SAYI 4

Donald Trump 7 Kasım 2020’de Sterling, Virginia’da Trump Ulusal Golf Kulübü’nde golf oynuyor. (Al Drago / Getty Images)

Donald Trump’ın başkanlıkta geçirdiği son yıl, sanki George W. Bush’un modern ABD tarihindeki en kötü başkan olma payesini elinden almaya çalışıyormuşçasına mümkün olduğunca fazla hasar vermeye dönük bir atakmış gibi görünüyordu. Komplo teoriciliği, utanmaz arlanmaz bir sahtekarlık, manik bir egoizm, kişilik bozukluğuna varan bir otoriterlik; bütün bunlar kitlesel acı ve ölüm yaratacak şekilde küresel bir salgın ve küresel kapitalizmde on yıldan biraz fazla bir süre sonra yaşanan ikinci çöküş ile üst üste bindi.

Trump’ın başkanlık döneminin sonuçları Amerika Birleşik Devletleri’nin çok ötesine geçti. Dünyanın hâkim süper-gücünün başkanı olarak Trump, Macaristan’dan İtalya ve Brezilya’ya kadar pek çok ülkedeki sayısız sağcı politikacıyı etkiledi. Trump gerici hareketlerin ve anti-demokratik geri dönüşlerin de ilhamı oldu. Trump’ın aldığı Paris Antlaşması’ndan çekilme kararı, iklim felaketinin önüne geçmeye dönük ufacık adımları bile engelleyerek doğrudan gezegenin sağlığını tehdit ediyor.

Bunları söyleyerek onun gidişini görmenin daha iyi bir şey olduğunu söylemiş oluyoruz. Bireylerin siyasetteki rolü açısından düşünüldüğünde, Trump ve hempaları -beceriksizlikleri, açgözlülükleri ve aptallıkları sayesinde büyük ölçüde sınırlı kalan bir biçimde- inanılmaz derecede kısa bir zaman içinde muazzam bir hasar vermeyi başardılar.

Fakat kutlamaların ardından (ki kesinlikle bütün hafta sonu boyunca kutlama yapmaktan gocunmamalıyız), benim “postmodern muhafazakarlık” olarak adlandırdığım Trumpizm’in yükselişini teşvik eden maddi ve kültürel koşulların hiç de ortadan kalkmamış olduğunun farkına varmak zorundayız. Aksine, Trump bunları daha da beter hale getirdi.

O halde önümüzdeki dört yıl boyunca görevimiz, Trumpizm’i tamamen toprağa gömmeyi sağlayacak bir siyaset için harekete geçmektir.

Neoliberalizm ve postmodern muhafazakarlık

Trumpizm hem neoliberal statükodan bir kopuşa hem de bir devamlılığa karşılık geliyordu. Söylem düzeyinde, Trump, ABD’nin gücünü sermayeyi demokratik baskılardan muaf tutacak bir uluslararası hukuk düzenini güçlendirmek için kullanmaya çalışmak yerine milliyetçi bir proje ortaya koyarak geleneksel neoliberal görüş ile bir kopuş gerçekleştirdi. Trump’ın korumacı ve göçmen-karşıtı politikalarına karşı, sık sık, pek çoğu sonradan tutkulu birer “Trump mı? Asla!” görüşüne savrulan daha gelenekselci sağcılar bile direnç gösterir oldu.

Fakat pratikte ise, Trump saldırgan eşitlikçi olmayan ve anti-demokratik neoliberal yönetişim politikalarını zayıflatmak adına hiçbir şey yapmadı. Bu politikalar sadece milyonları güvencesizliğe sürüklemekle kalmadı, aynı zamanda onları, onların çıkarlarını güçlendireceği varsayılan fakat onları giderek daha fazla küresel sermayenin ve elit grupların gücüne mahkûm hale getiren sözüm ona liberal-demokratik ulus devlete yabancılaştırdı. Bu aşırı tehlikeli bir gelişmeydi: Şayet demos [halk] kendilerini temsil etmek üzere liberal demokrasinin kurumlarına artık güvenemez hale gelirse, geriye ne kalıyordu? Trump ise bu dönemsel zorlu meseleleri çözmeye çalışmak yerine anti-demokratikleşmenin ve eşitsizliklerin yarattığı öfkeyi bir hınç-temelli siyasete yönlendirdi.

Wendy Brown’un 2019 tarihli In The Ruins of Neoliberalism [Neoliberalizmin Yıkıntılarında] kitabında dile getirdiği üzere, hıncın siyasal duygusu genellikle Sol’u esasen haset ve kıskançlıktan beslenmekle suçlamak için bir sağcı sopa olarak kullanılmaktadır. İlerici hareketlerin, kendi sorunlarıyla sağlıklı bir yaklaşımla baş etmeye çalışmak yerine, nefretlerini kendilerinin güçlenmesine engel olan sözüm ona baskı sistemlerine yönlendirdikleri söylenir.

Brown, bu muhafazakâr bakış açısına göre, baskı sistemlerini ortadan kaldırmaya dönük taleplerin hasetle değil de adaletle ilgili olabileceğini görmezden gelerek, hıncın her zaman aşağıdan yukarıya doğru yöneltildiğine işaret etmektedir. Fakat daha da önemlisi, bu bakış aşısı, hıncın yukarıdan aşağıya doğru yöneltilebileceğini yok sayar.

Elimizdeki örnekte ise, Trump destekçilerinin pek çoğu güçlü elitler ile göçmenlerin, sığınmacıların, beyaz-olmayan insanların ve kadınların oldukça berbat koşulları arasında bir konumda yer almaktadır. Sosyolog Arlie Hochschild’ın gözlemlediği üzere, bu grupların Amerikan rüyası denen idealin neoliberal kapitalizmin eşitsizlikleri eliyle çok uzak bir geleceğe ertelenmiş olduğunu düşünen insanlar karşısında üstesinden gelmeye çalıştığı derin bir kaygı söz konusudur.

Trump, bu öfkeyi yönetimin en üst kademesinde belirli bir reform gerçekleştirmek üzere kullanmak yerine, en aşağıdakilere dönük bir hınç duygusu yaratmak üzere bu kaygılara oynadı. Trump, (özellikle Amerika kırsalı ve taşrasındaki) ekonomik kötüye gidişin ve artan demokratik hesap vermeme durumunun gerçek nedeninin Sol siyasetteki aşağı tabakalara karşı aşırı korumacı kültür ve medya elitleriyle ittifak halindeki yabancılar, sapkınlar ve radikaller olduğunu ileri sürüyordu. Şayet gerçek Amerikalılar bunlara karşı bir araya gelmezlerse, Trump’a göre, ülkelerinin onlar fark edene kadar hızla ellerinden alındığını ve sakatlandığını göreceklerdi.

Donald Trump, Pennsylvanya’nın Reading kentinde 31 Ekim 2020’de yapılan bir açık hava toplantısında konuşuyor. (Spencer Platt / Getty Images)

Trump böylece dikkatleri günümüzün köklü yapısal eşitsizliklerinden, liberallere “orta parmağını göstermesinin” değişim yerine ideolojik dolgu malzemesi olarak iş gördüğü kavgacı bir siyasete çevirmeyi becermiş oldu. Böylece Amerikan sermayesinin ekonomik iktidarını (hatta onlara devasa bir vergi indirimi de sağlayarak) ciddi baskılara maruz kalmaktan korurken, diğer yandan ise demos’un gerçek ile yalan arasında hakemlik yapması için güvendiği demokratik kurumları ve kamusal alanı daha da yozlaştırmayı sürdürdü. Trump ayrıca, büyüklük ve güçlülük üzerinden kendisine atfettiği saygınlığın tamamen hep daha güçlü düşmanları bozguna uğratmasına bağlı olması nedeniyle ideolojik açıdan zorunlu bir çelişki olarak, kendisinin düşmanların kurduğu sayısız komplonun bir kurbanı olduğuna dönük korkuları da harlayarak kendisine kişisel dokunulmazlık ve kişisel iktidar bahşetmeyi de başardı.

Trump döneminin yarattığı düşmanlıkların büyük kısmı işte bu çelişkiden beslenen gerilimler üzerinden belirlendi. Bu dönemde başkan bir yandan ilerici akıntıya karşı yüzen bastırılmış bir ses olarak dik durma iddiası üzerine kurulu bir mağdurluk kültürünü en bayağı sözlerle savundu. Diğer yandan ise “kaybeden” muhaliflerine karşı sürekli yeni zaferler ilan edip durdu. Öyle ki, gerçeğin kendisi bile Twitter’dan dünyayı ve onun tarihini kendi ihtiyacına göre yeniden yazmakla meşgul olan liderin iradesinin yanında neredeyse görünmez kalacaktı.

Peki buradan nereye gidiyoruz?

Nihilizm, maskenin ardından dalavere çevirme, halklar ve doğa üzerinde efendilik ve hakimiyet kategorileri tarafından yönetilen ve düzenlenen bir kültürün (ya da uygarlığın) doğal bir sonucudur.

–Cornel West, The Cornel West Reader

Bugün artık Trump yönetimi tarihe karışmak üzereyken, şunu merakla sormamız gerekiyor: Peki buradan nereye gidiyoruz?

Yeni seçilmiş başkanın ve ekibinin, Trumpizm çürüğünün giderek iltihaplanmasını sağlayan neoliberal statükonun yetersizliklerine dönük bir atağa geçeceğine ilişkin bir yanılsamaya kapılmamalıyız. Umabileceğimiz en iyi şey, Biden’ın Trump’ın yol açtığı hasarın bir kısmını tamir etmesi olacaktır. Fakat Biden yönetimine fazla bel bağlama aptalca bir davranış olacağı gibi, sosyalistler ve ilericilerin de Biden yönetimi altında siyasal toprağı kaydırmak ve bir sonraki seferde seçim seçeneklerini daha iyi hale getirebilmek konusunda yapabileceği pek çok şey bulunuyor. Ben burada iki öneride bulunma cüretini göstereceğim.

Birincisi, emek hareketini yeniden inşa etmeye odaklanmak. ABD sendikaları, 1950’li yıllarda gördüğü tepe noktasından itibaren acımasız saldırılara maruz kaldı ve hem siyasal hem ekonomik etkileri fazlasıyla azaldı. Bu sendikaların pek çoğu yeterli bir demokratik işleyişe sahip olmamasına ya da üyelerinin uzun vadeli çıkarları yerine kısa vadeli kazanımlara aşırı bel bağlamış olmasına karşın, Amerikan toplumunda sermayenin gücünü dengelediler, ilerici politikalara dönük görece istikrarlı bir destek sağladılar ve işyerinin demokratikleştirilmesinde yardımcı oldular.

Biden kendisi adına sendikaların güçlendirilmesi çağrısında bulundu ve onun Ulusal Emek İlişkileri Kurulu (NLRB) kuşkusuz işçileri örgütlenmesine daha hoşgörülü yaklaşacak. Fakat emeğin yeniden iyi durumda olmasını gerçekten sağlayabilmek ise sendika aktivistlerine ve militan işçilere düşüyor. Bu muazzam görevde ilerleme kaydetmek, hem seçim sahnesinde yansımasını bulacak hem de işçilere kendi yaşamları üzerinde daha fazla denetim olanağı sağlayacaktır.

Joe Biden 10 Mart 2020’de Detroit, Michigan’daki Fiat Chrysler fabrikasına gerçekleştirdiği ziyarette işçilerle konuşuyor. (Mandel Ngan / AFP, Getty Images)

Önce kutlama, ardından kavga

Donald Trump’ın artık görevde olmaması dolayısıyla mutlu olmak için pek çok nedene sahibiz. Trump’ın harap edici politikaları dünya çapında yaşanan eşitsizlik krizini daha da ağırlaştırdı, iklime ilişkin acil durumları derinleştirdi ve sığınmacılara ve göçmenlere yönelik dudak uçuklatan bir insandışılık sergiledi. Bunların da ötesinde, Trump’ın kişisel başarısızlıkları (bir keresinde söylediğim üzere, radikal kofluğu) onu kendine özgü bir tehdit haline getiriyordu.

Meşhur Marksist sözü tersine çevirerek söylersem, insanlar sadece halihazırda verili ve kendilerine aktarılan maddi koşullar altında tarih yapabilirler fakat her zamanki gibi yaparlar. Önemli olan, iktidarın kimde olduğudur. Dünya, neoliberal postmoderniteyi bir öfke ve radikalizm katalizörü haline getiren şeyin büyük kısmının vücut bulmuş hali olan bir kötü adamdan kurtuluyor. Bunun hepimize (çok da derin olmayan) bir nefes aldırması gerekiyor.

Fakat işte siyaset denen şey, önemli bile olsa bir devlet görevlisine oy vermekle başlayıp bitmiyor. Seçim temelli demokrasinin prosedürleri onları küçümseyen varsayımlardan daha güçlü olabilir, fakat bu prosedürler özellikle de siyasi iktidarın çok sayıda farklı kaynaktan geldiğinin farkında olan solcular açısından kesinlikle en önemli etken olarak görülmezler.

Siyasetin esas işi, bir yandan kendi politikalarımıza destek toplayıp, Sol açısından kalıcı güç merkezleri olarak hizmet edecek sendikalar gibi kurumları yeniden inşa edip ve hepsinin ötesinde, hem kültürü hem de siyaseti demokratikleştirmek için çaba sarf ederken, diğer yandan ilerici davalar için yeni koalisyonlar inşa etmeyi içerir.

Bu, Başkan Biden yönetimi altında kolay bir görev olmayacak fakat kesinlikle Trump tehdidi altındayken olandan daha uygulanabilir bir görevdir. Daha fazlasını hayal etmek üzere biraz da olsa daha parlak gibi görünen koşulları kullanmalı ve Trump gibi kişilerin yeniden kendisi için bereketli topraklar bulamayacağından emin olmalıyız.

**

Soner Torlak tarafından, Jacobinmag.com’da yayımlanan orijinalinden, Sendika.Org Dergi için çevrilmiştir

 

Sendika.Org'a Patreon'dan destek ol