Mustafa Sönmez ile söyleşi: Bu, batmakta olan bir geminin kaptanının çırpınışlarıdır

"Neyse ki umutsuzluk yok. Benim tek tesellim bu. Genel olarak toplumda, özel olarak da her tür alt yoksul sınıfta bir umutsuzluk yok. Hala direniyor, teslim olmuyor"

Ali Ergin Demirhan 15 Kasım 2020 SAYI 4

İktisatçı-yazar Mustafa Sönmez’le ekonominin içine girdiği türbülans içinde Berat Albayrak’ın istifası ile Merkez Bankası ve Hazine ve Maliye Bakanlığı’na yapılan yeni atamaların neden ve olası sonuçlarını konuştuk. Albayrak’ı istifaya götüren süreç nasıl tarif edilebilir? AKP’nin ekonomi politikasında bir değişiklik beklenebilir mi? Farklı sermaye fraksiyonları ve taban arasında bir sıkışma yaşayan AKP nasıl bir tercih yapacak? Süreç işçi sınıfına nasıl yansıyacak? Bu türbülans önümüze ne gibi çatışmalar çıkarabilir? Biz sorduk, Sönmez yanıtladı.

Berat Albayrak’ın istifasıyla tanık olduğumuz şeyin adını nasıl koymak gerekir? Bir dönemi sonlandırdıklarından söz edebilir miyiz? Yoksa hala sonlanmamış bir türbülansın parçası mı? Albayrak’ı “Allah sonumuzu hayreylesin” diye istifaya götüren şey sizce neydi?

Albayrak’ın istifasıyla Merkez Bankası Başkanının değiştirilmesini birlikte ele almak lazım. Bu, batmakta olan bir geminin kaptanının çırpınışları. AKP rejimi özellikle 2018 seçimleri sonrası başlatılan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’yle toplumu yönetemiyor, yeniden üretimi sağlayamıyor. Türkiye bunu 2018 ortalarından itibaren hem iktisadi hem siyasi boyutlarıyla yaşıyor. Buna zaman zaman küçük müdahaleler yapmayı denese de çok yol alamadı, durumu dengeleyemedi.

Neler olmuştu, özetle hatırlayalım. Erdoğan 2018 ortasında Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçeceğim diye ısrarını sürdürürken, Londra’da Bloomberg’de bir mülakat verdi. Dedi ki, “Davul bizim boynumuzda, tokmak başkasının elinde, ben böyle Merkez Bankası istemem, bağımsızlık falan istemem” dedi. Bir de meşhur teorisini zikretti: “Faizler nedendir, enflasyon sonuçtur.” Orada Erdoğan’ı dinleyenlerin şapkası uçtu, “Eyvah fırtına geliyor” diye. Erdoğan hükümet sistemini kurdu, bütün yetkileri elinde topladı. Yabancılar da “bekle gör”e geçti. Türkiye borsasına girmemeye başladılar. O sırada Brunson krizi patladı. Trump, “Brunson’u serbest bırakmazsan canına okurum” dedi. Hadise dövizi patlattı. Döviz çok sert yükseldi, daha o sırada 7 TL’yi geçti. Brunson krizinin ardından onunla baş edebilmek için TL faizlerini 625 baz puan artırmak zorunda kaldılar. Böylece önce yükselmiş döviz, sonra yükselmiş faiz, bununla enflasyon da yüzde 25’leri buldu. Buradan itibaren toplumda ciddi bir geçim sarsıntısı yaşandı. Arka arkaya üç çeyrek yıl ekonomi küçüldü. Bunun yansıması olarak da 2019 yerel seçimleri kaybedildi. AKP’nin 31 Mart, ardından mızıklanarak gittiği 23 Haziran seçimlerinde yerel iktidarı kaybetmesinde bu ekonomik türbülansın önemli bir etkisi var.

Pabucun pahalı olduğunu gördüler. Toparlamak için 2019 Ağustos’unda Merkez Bankası Başkanını değiştirdiler. İstedikleri şuydu: Faizi ucuzlatalım, ekonomiyi yeniden ısıtalım, iç piyasa canlansın, bu insanların memnuniyetsizlikleri azalsın diye, Merkez Bankası Başkanı Murat Çetinkaya’yı görevden alıp daha uysal bir adamı, Murat Uysal’ı getirdiler. Açıktan da söyledi Erdoğan, “Bu adam bizim sözümüzü dinlemiyordu” diye. Sonra faizleri enflasyona rağmen düşürmeye başladılar. Bir düşük faiz dönemi başlattılar. Bu arada dövizi de indirmek için Merkez Bankası’ndan, kamu bankaları üstünden piyasaya bol kepçe döviz vermeye başladılar. Böylece hem faizi bastırdılar hem dövizi bastırdılar. 2019’un son çeyreğinde ve 2020’nin ilk iki ayında, yani pandemi öncesinde ekonomiye bir canlanma getirdiler ama Merkez Bankası’nı zayıflatmak, rezervini eritmek pahasına.

Devamında pandemi geldi. Pandemiyle beraber kapanmalardan dolayı ekonomi çok ciddi biçimde daraldı. İkinci çeyrekte yüzde 10’a yakın bir küçülme yaşadı Türkiye. Sonra ne oldu? Anlaşıldı ki Merkez Bankası’ndan piyasaya 100-120 milyar dolar döviz verilmiş. Rezervler ciddi ölçüde erimiş. Eriyenin yerine SWAP dediğimiz kiralık döviz konmuş. Dehşetli bir kırılganlığı hem içerisi hem dış finansal piyasalar, medya, IMF fark ettiler. Bu durum yabancı sermaye girişini ciddi ölçüde etkiledi ve yabancı sermayeyi biraz daha uzaklaştırdı.

Pandemiyle doğru dürüst mücadele etmeden haziranda açtılar piyasayı. Ekonomik gidişattan rahatsız olarak erken açtılar. Tekrardan bir düşük faiz politikası ve haziran-temmuz aylarında ısınan bir ekonomi gördük. Fakat artık dövizi bastırmak, doları 7 TL’nin altında tutmak mümkün olmamaya başladı ve ağustosun başında dolar zincirini koparıp yükselmeye başladı, eylülde de devam etti.

Burada artık tekne çok daha fazla su almaya başladı. Giderek memnuniyetsizlikler, güvensizlikler kendisini döviz fiyatında ifade etmeye başladı. Yani hem içeride insanlar mevduatlarını daha fazla dövize yatırmaya başladılar. Hem de içerideki yabancılar daha çok çıkmaya ve gelmemeye başladılar. Pandemiden dolayı turizm gelirleri dibe vurdu. İhracat artışları çok yavaş gitti. Cari açık yeniden büyümeye başladı.

Bu döviz artışları önce eskiden toptancı fiyatları dediğimiz sanayici fiyatlarına yansıdı. Sonra tüketici fiyatlarına yansımaya başladı. İnsanlar yüzde 13-14 gibi görünen dar tanımlı işsizlik, gerçekte çalışmayanlar, iş aramaya çıkmayanlarla beraber yüzde 30’a ulaştı. Evine ekmek götüremeyen 10 milyonluk bir işsiz kitlesi. Bundan dolayı, özetle, tekne ciddi su almaya, sağda solda şikayetler yükselmeye ve dövizde ifadesini bulan bir ağır kriz gündelik hayata damgasını vurmaya başladı. Burada Merkez Bankası Başkanını değiştirerek imaj değişikliğine gidelim diye düşündü herhalde. O sırada Merkez Bankası Başkanı da son enflasyon raporunda “TL çok fazla düştü, faizi kullanmak lazım” diye biraz homurdanır gibi oldu; eylülde küçük bir artış yapmış, ekimde artış yapması beklenirken yapmamıştı. Galiba o da hoşlarına gitmedi. Bir imaj değişikliği yapmak için Merkez Bankası Başkanını değiştirmek istedi. Oraya da bankacılıkla ilgili olsun olmasın ona çok itibar etmeden, bilinen, tanınan, kendilerine göre güven telkin eden bir ismi, Naci Ağbal’ı atadı.

Anladığımız kadarıyla Naci Ağbal’dan damat hazzetmiyor. Naci Ağbal da ondan hazzetmiyor. Yazdığı raporlardan Berat Albayrak’ın iyi bir duruş sergilemediğini, bakanlığın Hazine ve Maliye diye birleştirilmesinin yanlış olduğunu söylüyor.

Albayrak’la Ağbal arasındaki husumet ekonomi politikasına ilişkin mi yoksa böyle değil de kişisel yönü önde olan bir rekabet mi?

Başka şeyler de olabilir, orası beni ilgilendirmiyor. Sonuçta vazo düştü kırıldı. Hiç çalıştırılmayan bir müessese olan istifa müessesesine başvurdu. Karşı taraf da tabii bundan hazzetmedi. “Sen istifa edemezsin, biz senin affını kabul ederiz ancak” şeklinde, alışıldık devlet teamüllerine uymayan bir arabesk tarzla ayrılmış bulundular.

Erdoğan da belki bunu bekliyordu ve damadın yerine yine kendisine sadık, bildiği bir elemanı Hazine ve Maliye Bakanlığı’na getirdi.

Birtakım çevrelerde “Yanlışların farkına varıldı. Daha ehil, ikisi de Mülkiyeli, devlet deneyimi olan, AKP’nin yükselme dönemlerinin bakanları, işbilir…” gibi bir algıyla ilk günler bir bahar havası yaşandı. Döviz fiyatında çok ciddi düşüş oldu ve 19 Kasım’da mutlaka faiz artırılacaktır beklentisi içine girildi. Oradan dövizde bir gevşeme gördük. Risk primi biraz azaldı ama sonra indi çıktı. Böyle bir dalgalanma olacaktır.

Bu düşüşler beklentilerle mi ilgili, yoksa müdahale var mı?

Beklentilerle ilgili. Bir de şu var: BDDK yabancıların SWAP işlemlerini daraltmıştı. Spekülasyon yapıyorlar diye yabancıların eline TL geçmesinin önünü kesmişti. Öyle olunca döviz girişinde bir kaynak kurumuştu. Şimdi döviz gelebilsin diye tekrar SWAP limitlerini kaldırdı. Oradan kaynaklanan bir döviz girişi olabilir. Tabii karşılığında bu oyunu oynayacak olanların da eline TL malzemesi geçiyor. Yarın öbürgün tekrar bir spekülatif atak yaparlarsa kimse ağlaşmasın. Çünkü bunu yeni baştan kendileri açmış oldular. Bunun da etkisiyle dövizde bir gevşeme söz konusu. Ama bunun galiba ağırlıklı ayağı 19 Kasım’da faiz artırılacağı üstüne. Erdoğan 11 Kasım’da yaptığı konuşmada bunu fazla desteklemedi. Yine “Faiz nedendir, enflasyon sonuçtur” diye faize verdi veriştirdi.

Fonlamayla gerçekleşen yüzde 14 civarında bir fiili faiz var zaten. Şimdi o şekli faizi 10’dan 14’e çıkarırlarsa çok da bir şey değişmemiş olacak. Fiili faize erişmiş olacak. Beklentiyi 6 puan üzerinden koyup oradan hükümet üstünde basınç yapıyorlar. Bu beklentiyle kâr realizasyonu yapalım diyen birtakım insanlar dövizlerini bozdular ve 19 Kasım’ı bekler haldeler. Şimdi orada bu 6 puanlık faiz artışı gerçekleşmezse, -bence zor, en fazla 4 puanlık bir artış gerçekleştirebilirler- o zaman tekrar bir hayal kırıklığı başlayacak.

Şunu beklemek lazım. Erdoğan bildiğimiz kurt, tüyünü değişir huyunu değişmez, vazgeçmez o tutumundan.

Bir yandan da aklının bir tarafında baskın erken seçim var. Ekonomi böyle soğuk bir halde erken seçime gitmez. Isıtmak, yeniden piyasaları canlandırmak istiyor. Ağza bir parmak bal çalarak öyle bir konjonktürü yakalayıp, belki 2021’in baharında ya da yazında bir erken seçim olur, oraya doğru bükmek istiyor rotayı. Bu da nasıl olacak? Faizi yükselterek yapamazsın. Tamam dövizin önünü kesersin ama bu sefer de yüksek faizle ekonomi donar, büyümez, durgunluk başlar. Bu kez faizden dolayı patırtı kütürtü, sızlanmalar başlar. Onun için çok da sonrasını düşünmeden, faizi yükseltmeden, algılarla döviz ateşini söndürerek, biraz güven tesis ederek, bir algı yönetimiyle tekrar tabanında bir konsolidasyon sağlamak istiyor. Bir taraftan evinin içini düzenleyecek bu hamlelerle bir taraftan da muhalefeti etkisizleştirecek. Bunun içinde HDP’yi seçim dışı bırakmak da var, CHP içine nifak sokmak da var, mümkünse DEVA ve Gelecek’te gedikler açmak da var, muhalif medyaları susturmak da var. Tele1 ve Halk TV’ye ilk cezalar verildi. İkinci cezalarda kapatılacak bu kanallar. Bunun zamanlaması da tabii ki program içinde var. Buna benzer operasyonları zamanı gelince görebiliriz. Ama önce evinin içini düzenlemesi gerekiyor. Ekonomide bir sahte bahar yaratması gerekiyor. Şimdi bunlarla meşgul. Bu kadro değişikliğini de bunu yapmak üzere gerçekleştirdi.

Sizin ekonomi politikasında gerçek bir değişiklik beklentiniz yok yani…

Hayır tabii. Nasıl olacak? Türkiye ekonomisinin yapısal meseleleri belli. Bunlar 2002’de iktidara geldiklerinde altın tepsi içinde rektifiye edilmiş bir ekonomi buldular ellerinde. O ekonomiye dış dünyadan müthiş bir para geldi. Bunlar da önce muhafazakar demokrat görünerek bu imajı pekiştirdiler. O gelen para art arda dehşetli bir büyüme sağladı. Bunlar da oya tahvil ettiler. Ama bu gelen para döviz kazandırıcı işlere yatırılmadı. Betona, inşaata, iş pazara yatırıldı ve dış borç biriktirildi. Umdukları şey bu para her zaman gelir şeklindeydi. Öyle olmadı. 2013’ten sonra şemsiye ters döndü. Para gelmemeye başladı. Buna karşılık borçlar birikmiş oldu. Çarkı eskisi gibi döndürememeye başladılar. Şimdi işlerin yoluna girmesi demek, bu dengenin kurulabilmesi demek. Harcadığın döviz kadar döviz kazanmaya başlaman demek. Bu çok yapısal bir mesele. Döviz kazanan bir ihracat yapısını pekiştireceksin. Turizmin döviz kazandırmaya devam edecek. Öte taraftan da ithalatını kısacaksın. Yeniden çalışabilir bir döviz dengesi kurman gerekiyor. Yapı değişikliği aslında bu. Bu da bir dokunuşla olmaz. Hele bu zihniyetle hiç olmaz.

Ne niyetleri ne de imkanları var diyorsunuz…

Hem imkanları yok hem öyle bir zihniyet yok. AKP’de öteden beri bu tür bir vizyon olmadı. AKP öteden beri, iktidar olmak, ne pahasına olursa olsun iktidardan düşmemek, bunu gerektiren ne varsa onu yapmak, yapısal vs. işlerin peşine düşmemek, o konjonktürü kaybetmemek üzerine kurulu. Şimdi böyle bir pespaye bakış açısı bir yere kadar gider. Bir yere kadar seni taşır. Ama işler çatallaşmaya başladığında, fırtınalı bir hava yaklaşmaya başladığında, tıpkı şu yıllarda yaşandığı gibi, bocalamaya başlarsın. Oradalar.

Öyle bir yapı değişikliği, ona göre bir zihniyetten geçer. Bu tek adam yapısı buna izin vermez. Çünkü bu tek adam yapısının bir kurgusu var, onu devam ettirmek istiyor. O kurgu: “Oylarımız erimesin. Bunun için ne yapalım? Büyüme olsun. Nasıl olsun? Nasıl olursa olsun. İç pazarla büyüyorsak iç pazarı zorlayalım. İyi ama döviz problemimiz var. Onu bir şekilde dengeleriz.” Ama öyle olmuyor. Gidip gidip bir yerlere çarpıyor.

Siz sermaye örgütlerinin hükümet karşısındaki sessizliğinden söz etmiştiniz. Aslında çok yumuşak bir şekilde beklentilerini dile getiriyorlardı. Şimdi Naci Ağbal’ın ve Lütfi Elvan’ın atamalarından sonra da memnuniyetlerini dile getiriyorlar.

Onlarınki “wishfull thinking”; yani hiçbir şeydense bu iyidir. Bir damat partnerindense Mülkiyeli bir adamı tercih etmek eskiye göre iyidir. Bir sözcüleri var mesela, Prof. Selva Demiralp. 19 Kasım’da 600 baz puanlık faiz artışı cepte gibi bir yazı yazmış Yetkin Report’a. Wishfull thinking yani “keşke olsa” diye bakıyorlar.

TÜSİAD tabii arada bir yıllık toplantılarında “hukuk devleti”, “tek adamlıktan uzaklaşma”, “parlamento” vs. bildik şeyleri ifade ediyorlar. Çünkü çalışmıyor, dış dünyayla ilişkiler devam etmiyor, kopuyor. Bunun onlar da farındalar. Onların içinde gemisini kurtaran kaptan. Koç’lar vs çoktan yatırımlarını dışarıya yapmaya başladılar. Burada uğraşacaklarına gidip Hindistan’da da, Güney Afrika’da da, Avrupa’da da yatırım yapmaya başladılar. Kendi gemilerini öyle kurtarmanın peşindeler. Ama tabii bu gibi şeyler de palyatif. Esas büyük yatırımlarını TÜPRAŞ’ları, otomotiv yatırımları, beyaz eşya yatırımları Türkiye’de. Bu 80 küsur milyonluk pazarı nereden bulacaklar?

Onlar da hukuk devleti, liyakat, laikliğin olduğu bir Türkiye istiyorlar ve bununla dünya kapitalizmine entegre olmanın daha selametli bir şey olduğunu düşünüyorlar. Talep ediyorlar ama çok da ısrar etmiyorlar. Bunun için çok da büyük mücadele vermeye ve risk almaya hem öznel olarak girmiyorlar hem de böyle bir kurumsal direnç yapıları kalmadı.

Bu iktidar bir dönem hem küçük ve orta ölçekli sermayenin beklentilerine yanıt verdi hem büyük sermayenin beklentilerine yanıt verdi hem de tabanda, en azından işçi sınıfının çeşitli katmanlarında bir memnuniyet yaratabildi ilk dönemde. Farklı sermaye fraksiyonlarını idare edebilmek onun en büyük becerisiydi…

Ama onun imkânı vardı elinde. Dışarıdan gümbür gümbür para geliyordu.

İşte şimdi de hem farklı sermaye fraksiyonlarının hem de emekçi kesimlerin talepleri arasında bir sıkışma yaşıyor. Bu sıkışma için ne dersiniz?

Bu sıkışmaya şaşırmıyorum. Önceki Dolçe Vita (Tatlı Hayat), uyum, dışarıdan gelen paranın içeride istikrar sağlamasından ileri geliyordu. Yani döviz fiyatı 2009’a kadar neredeyse artmadı. Artmayan döviz fiyatıyla istediğin ithalatı yaptın, istihdamı sağladın, ondan elde ettiğin vergiyle sağlık yatırımları yaptın. Herkesi memnun edecek şeyleri yaptın. Bu dışarıdan gelen para rüzgârı sayesinde oluyordu. Yılda neredeyse ortalama 50 milyar dolar. 2013’ten sonra bu rüzgâr kesildi. Şemsiye ters döndü. Dolayısıyla bütün bu herkese dağıttığın şeker kalmadı. Kalmayınca başladı sopayı ele almaya, otoriterleşmeye, sesini çıkaranın kafasına vurmaya. Bunun tek açıklaması, dış dünyayla olan sermaye trafiği. Bu para kesildiği anda eski kurgu, eski birikim modeli işlememeye başladı. Ondan kaynaklanan bölüşüm ilişkileri de, iş aş meseleleri de tersyüz oldu. Hadise o.

TÜSİAD tekrar istiyor, dünya kapitalizmiyle ciddi bir entegrasyonu, para akışını. Para akışıyla beraber o yıllarda yaşanan istikrarı. AKP’nin AB üyeliğine niyetlendiği ilk yıllarını özlemle anıyorlar. Bunu da açıkça ifade ediyorlar. Şimdi tekrar öyle bir konjonktür yakalamak isterler.

O nedenle bence çok açık etmeseler de bence el altından buna yatkın olan partileri, Davutoğlu’nu, Ali Babacan’ı, CHP’nin bu fikre yatkın kanadını, İyi Parti’yi, bütün bunları da bence el altından destekliyorlar. İlişki kuruyorlar yani.

İki ata oynuyorlar. Bir taraftan AKP’yi mümkün olduğu kadar bir akılcılığa davet etme çabası içinde olurlarken bir taraftan da öbür kanadın bir alternatif olması için ellerinden geleni yapıyorlar.

Peki şimdi Erdoğan bir yandan kendi doğrudan destekçisi olan orta ölçekli sermayenin, inşaat sermayesinin de bulunduğu fraksiyonları desteklemeye devam edip TÜSİAD’ı da idare etmeye mi çalışacak? Nasıl bir tercih yapacak?

Ben artık onlara AKP’yi destekleyen fraksiyon demiyorum. AKP’nin kendisi bir sermaye fraksiyonu. Sermayedar olmayan bir AKP’li unsur yok. Adam hem parti yöneticisi hem iş adamı. Ya açıktan böyle ya da temsilcileri aracılığıyla, kendileri artık bir sermaye fraksiyonular. O nedenle onlar da kendi işlerini yürütebilecek bir rota arayışı içindeler. Bu kriz hallerinde onlar da ciddi bedeller ödüyorlar. Sanılmasın ki onlara güllük gülistanlık. Çok ciddi dış kredi kullandılar. O dış kredide kur artışlarından büyük zararlar yazıyorlar. Pandemi dolayısıyla sivil havacılık çöktü. O meşhur 3. Havalimanı, o mega yıkıntı projeleri, onlar çöktü. Bu firmaların hepsi aslında birer zombi durumunda. Bunları ayakta tutmak için bu şartlarda bile onlara ihaleler çıkarıyor. Doğrudan kurtarmak yerine onlara iş üretiyor, ihale veriyor, bir tür kurtarma operasyonu yürütüyor. Organik yapıları sürsün diye onlara bir öncelik veriyor tabii. Tekil operasyonlarda öncelik bu 5’li çetenin, AKP’ye yakın duran ne sermaye fraksiyonu varsa onların. Ama TÜSİAD’ı memnun etmek gibi bir derdi yok. Sistemi ayakta tutmaya çalışıyor. Kendi sistemini kendi yapısını ve iktidarını ayakta tutabilecek gündelik politikalar izliyor.

Sistemli bir yol haritası yok. Çünkü AKP için ekonomi bir araç. Başından beri öyle oldu. Yerleşme, hakimiyet kurma, oradan bir tek adam rejimi inşa etmede ekonomi bir araç. Hangi dönemde neyi gerektiriyorsa onu yapar. Neoliberalizm diye bir tutkusu da yok. Yarın devletçi de olabilir, korumacı da olabilir, anti-emperyalist gibi de görünebilir. Yeter ki bunlar onun ayakta kalmasına, seçmen desteğini kaybetmemesine hizmet etsin. AKP bu kadar pragmatik, bütün hadiseye böyle bakan bir parti.

Bu türbülansın işçi sınıfına yansımalarına ne olarak öngörebiliriz?

İşçi sınıfı ölmüş ağlayanı yok. Herhalde bu kadar kötü bir durumu yaşamamıştı. Böyle bir işsizliği hiçbir dönem yaşamadı.

Ülke tarihin en büyük işsizliği diyebilir miyiz?

Aynen öyle. Bunun bir kısmı pandemiyle alakalı ama pandemi şartları kalktığında bile bunu geriletmek öyle kolay olmayacak. Gerçek anlamda yüzde 30’u bulan bir işsizlik var. 10 milyon insanın işsizliği var. Eve ekmek götürememe ve pandemi şartlarında yan yana gelememe başlı başına bir sorun. İşi olanların da her an ensesinde Demoklesin Kılıcı var. Nelere hevesleniyorlar. Birazcık cesaret edebilseler kıdem tazminatını kaldıracaklardı. Hala öyle şeylere niyetleniyorlar.

Kıdem tazminatı söz konusu olduğunda bir DİSK çıktı sokağa. Türk İş, Hak İş hiç yoktu ortada. Şekli anlamda bir sendika da yok ortada. O işlevlerini bile yerine getiremiyorlar. Burada maalesef çok dağınık, çok yalnız, çok örgütsüz bir sınıfla karşı karşıyayız. Sınıf, sınıfsal siyasetini bir yana bırakıp daha bir kitlesel tutum içerisine dahil olmaya, oradan kendisine bir nefes borusu açmaya bakıyor. Ne sınıf partisi ne sınıfın ekonomik mücadele örgütleri… Buradan yaklaşan daha az. Mesele daha genel bir seçmen davranışına dönüştürüldü. Bir sandık siyasetine dönüştürüldü. Sokaktaki mücadele çok kendiliğinden. Bu tabii ki iç açıcı bir durum değil.

Neyse ki umutsuzluk yok. Benim tek tesellim bu. Genel olarak toplumda, özel olarak da her tür alt yoksul sınıfta bir umutsuzluk yok. Hala direniyor, teslim olmuyor. O anlamda yerel seçim sonuçlarını çok önemsiyorum ve onun çok önemli bir mevzi olduğunu düşünüyorum. Oradan devamla hala bir direnç var. Belli mevzilere sahip çıkma var. Bunun adı bazen laiklik oluyor, bazen cumhuriyet oluyor, bazen yaşam tarzı oluyor. Bütün bunlara bir sarılma hali var. Bu bile karşı taraf için ciddi bir tehdit, ciddi bir moral bozukluğu. Her tür devlet imkanını, bütün baskı aygıtlarını, ideolojik aygıtları kullanmasına rağmen teslim alamadı bu toplumu. Yönetemiyor da. Ciddi bir erime de başladı. Bu erime belki doğrudan sol-solumsu partilere gitmiyor, dağılacak, belki yine AKP türevi partilere gidecek, bir kısmı sağ partilere gidecek. Ama konsolidasyon zorlaştı, oradan bir erime başladı, onu sürdüremiyor. Dolayısıyla da bu tek adam rejiminin, AKP tahakkümünün bence geleceği yok. Ayak diretiyor, var olmaya çalışıyor ama her geçen gün aleyhine işliyor.

Bu koşullarda bir baskın seçimin olanağına baktıklarından söz ettiniz. Önümüzdeki dönem için toplumsal, siyasal nasıl bir çatışma öngörebiliriz?

Baskın seçim olanağını inşa edemezse, ne yapacak? Çürüterek, baskı yöntemlerine ağırlık vererek böyle ayakta kalmaya çalışacak. Ama baskın seçim ile biraz olsun kazanma umudunu görür de buna yönelirse bu biraz kumar olacak aslında, orada ona cesaret edebileceği koşulları yoklayacak. Ya da “2023’e kadar zaten yetkim var, 2023’e kadar gidelim” diyecek. O zamana kadar karşı tarafı etkisizleştirmeyi hep zorlayacak. Karşı tarafı dağıtma, baskı, yasaklama… Başka bir seçeneği yok.

Tabii bu sohbette hesaba katmadığımız başka birçok unsur da var. Mesela yeni ABD yönetimiyle ilişkiler. Biden yönetiminin Erdoğan yönetimiyle ilişkileri nasıl olacak? Adam Erdoğan için açıktan söyledi, “Biz bu yönetimi istemeyiz” dedi. Trump döneminde sümen altı edilmiş bir sürü dosya var. Bunlar mı açılacak? Bir yandan bununla mı bileği bükülmeye başlanacak? Analize katmadığımız devasa bir Amerika parametresi var ortada. Bunları da bekleyip görmek durumundayız.

Sendika.Org'a Patreon'dan destek ol