Sansasyonel bir yöntem olarak “ifşa”dan kurucu bir ilkeye

Nasıl sosyal medyada her bir ifşanın ardından birbirimizden güç aldıysak; evde, işte, okulda, sokakta yanı başımızdaki diğer bir kadın arkadaşımızla küçük dayanışma örgütleri kurarak, bulunduğumuz alanları ilkelerimizle feministleştirerek gücümüzü erkek iktidarlarına karşı yıkıcı bir güce dönüştürebiliriz. Ve büyük bir rahatlıkla şunu söyleyebiliriz: Sınır çizme hakkını tekelleştirerek egemenliğinizi yeniden ürettiğiniz günler bitti beyler

Aysun Gençtanır 23 Aralık 2020 SAYI 6

Günlerdir birbirini tanımayan kadınların iki oda bir salondan çıkan haykırışını okuyoruz. Kimimiz evden, kimimiz pandemi yasağına yakalanmadan işten çıkıp eve koştururken bir ekrandan (sosyal medyadan) birbirimize sesleniyoruz. Öyle güçlü bir sesleniş ki farklı odalardan birbirimize cesaret veriyoruz. İlk önce bir fısıltı yayılıyor, fısıltılar ses cümbüşüne dönüşüyor ve sonunda büyük bir ses yankılanıyor: #UykularınızKaçsın. Beklenmedik, sansasyonel bir teşhir ile adamların “koltukları” sallanıyor. Tabii tacizler, cinsel saldırılar ve kadın düşmanlıkları açığa çıktıkça hiç de şaşırtmayan “saldırılarla” karşı harekete geçiliyor: “Kanıt var mı?”, “Doğru söylediğini nereden bilelim?”, “Bu taciz mi şimdi?”, “Eril failliğim ile zamanında birilerini kırdıysam özür dilerim”, “Ama siz de işin ucunu kaçırdınız?”, “Kadının beyanı esastır diye bir düstur olmaz”… Böyle uzayıp giden sürüyle normalleştirici söz yığılıyor, yorumlar yapılıyor. Konu adamların emeği, onuru, gururu, sevgisi, mesleği, itibarı olunca ezen değil, ezilen cinsiyeti sorgulamak, yargılamak daha kolay oluyor. Çünkü cinsiyetli dünyada yöntem, ilke ve adalet kavramları kaçınılmaz olarak eril iktidarın şemsiyesi altında kuruluyor. Toplumsal alanda, ilişkilerde, gündelik yaşamda meşru biçimde var olmanın ve eylemenin sınırı egemen olan tarafından çiziliyor ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin sonuçları kolayca görmezden geliniyor. Eril iktidarın kültürü, normları ve egemenlik ilişkileri içinden bakıldığında yaşanan şiddet “normalleştiriliyor”. Patriyarkal toplumda kadınların bedeni, emeği ve yaşamı üzerinde baskı ve denetim kurmanın yapısal bir aracı olan erkek şiddeti suç olarak görülmediği için, ikincil cinsiyeti sorgulamak, suçlamak kolaycılığına kaçılıyor. İfşanın işaret ettiği suç değil, suçu işleyen erkeğin mağduriyeti konuşulabiliyor. Yani yapısal anlamda büyük bir eşitsizlikten bahsediyoruz.

İşte tam da bu noktada ifşa ve linç arasındaki o derin çatlak açığa çıkıyor. Türk Dil Kurumu sözlüğünde “Linç”: “Birden çok kişinin kendilerine göre suç olan bir davranışından dolayı herhangi bir kişiyi yargılamasız, taşla, sopayla vb. araçlarla döverek öldürmesi” olarak geçiyor. “İfşa” ise “gizli bir şeyi açığa çıkarma, yayma” olarak açıklanıyor. Fakat burada kelimelerin sözlük anlamlarından çıkarımlarda bulunmaya gerek yok. Durumu egemen olan cinsiyet ile ezilmişliğini aşarak tarihsel bir özne haline gelmeye çalışan cinsiyet arasındaki o tarihsel çatışmadan yola çıkarak açıklamaya çalışmak daha anlamlı.

Güç ilişkilerini elinde bulunduran, hiyerarşik olarak tüm toplumsal düzenin en tepesinde bulunan cinsiyet karşısında kadınlar adım adım bir mücadele tarihi yazdı. “Kadın mücadelesinin tarihi, önce kadının adının konulmasının, sonra kadın olarak yaşananların, kadınlık durumunun tanımlanmasının ve tanınmasının tarihidir. Kadına yönelik şiddet, aile/ev içi şiddet, istismar, taciz insanlık tarihi boyunca var olmuş olsa da adının faili işaret ederek erkek şiddeti olarak konulması, feminist mücadele ile gerçekleşti.”[1] Bu mücadelenin tarihi şiddete şiddet demek, tacize taciz demek olarak özetlenebilir. Örneğin Türkiye’de 17 Mayıs 1987’de yapılan “Dayağa Karşı Dayanışma Yürüyüşü”, kadınların düzenlediği ve katıldığı ilk kitlesel yürüyüştü. O gün Yoğurtçu Parkı’nda “haklı dayak yoktur” sloganları atanlar yaşam hakkı için haykırıyordu. Bugün de faili işaret ederek gerçekleri açığa çıkarmak yani “uykularınız kaçsın” diyerek sosyal medya üzerinden teşhir etmek, kadınların kurtuluş mücadelesi ilkelerinin, yöntemlerinin kolektif bir bilinç oluşturmasının sonucu. “Kadınların kendilerine yönelen baskı, denetim, taciz, şiddet karşısında sessiz kalmamaları, yaşadıklarını dillendirmeleri ve bir yaptırım beklemeleri, dahası bu şiddeti bireysel, sıradan bir şiddet olarak değil, yapısal bir erkek şiddeti olarak teşhir etmeleri, kadınların ve kadın hareketinin güçlenmesi ile doğru orantılı.”[2] Erk sahibi olan karşısında kendi biricik varlığımızla dikilme ve yaşam hakkımızı savunma mücadelemizin güncel pratiği. İfşa yöntemi, şiddetin yapısallığına ve toplumsallığına, toplumsal cinsiyet eşitsizliğine dayanmasına ve erkek şiddetin politikliğine dikkat çekiyor. “Yargı yolu neden kullanılmamış?”, “Yargısız infaz”, “Suç olduğunu nereden çıkardınız?” gibi erkekleme yorumların sebebi de olayların yine egemen cinsiyetin dünyasında cereyan etmesinden bağımsız değil. Çünkü bu erkeklemeler, kadınların cinsiyet eşitsizliğinden kaynaklanan toplumsal konumları ve kadınlık durumları ya da hukukun eril üstünlüğüne dayalı bütüncül yapısı dikkate alınmadan sarf ediliyor. Çünkü işyerinde, evde, sokakta, iktidarlarına iktidar kattıkları “sanat ve edebiyat dünyalarında” fiilen, toplumsal cinsiyet rolleri temelinde egemen olmaya devam ettikleri toplumsal koşullar, üstelik eril kurumların garantisi altında var olduğu müddetçe, tariflenen eril adalet bize yetmiyor. MacKinnon “Feminist Bir Devlet Kuramına Doğru” kitabında bu durumu şöyle özetliyor: “Hukuk eril karakter ile belirlenmişken, eşitliğin koşulları erkeklik üzerinden ele almış oluyor. Yani kadının durumu, erkek terimleriyle yargılanmış oluyor ve bu da başlı başına bir eşitsizlik meselesi.”[3] Tacizin erkek yargının konusu olmadığı bir ortamda toplumsal yaptırım, yani fiili cezasızlığın son bulmasını istemek, erkek şiddetinin adını koymak, tam da eşitliğin kendisi yine erkekliğin erki üzerinden ele alındığı için “linç” diye adlandırılmaya çalışılıyor. Linç, bir öç alma eylemi, egemen olanın ezilenlerin en çiğ öfkesini harekete geçirerek yaptığı özel bir saldırı biçimiyken; ifşa, ezilen cinsiyetin “Sizin kurallarınız eşit ve özgür bir dünya için yetmiyor. Sizin kurallarınız benim yaşam hakkımı elimden alıyor. Sizin kurallarınız benim özerk varlığımı yok ediyor” diyerek şiddeti tespit etme yöntemidir. Erkek şiddetinin politikliği karşısında geliştirilen bu tespit ve mücadele yöntemi de politik. Linç hukuk kurmaz, mevcut egemen hukukun en maksimum-çıplak biçimde işlemesini sağlayan bir hukuksuzluğu kurar! İfşa ise eşitsiz ilişkileri derinden sarsarak, eril iktidarların kirli yüzünü açığa çıkarıyor. Verili toplumsal ilişkilerin ve var olan hukukun yetmediği koşullarda örgütlü erkek şiddetini açığa çıkarırken, erkek adaletin değil, gerçek adaletin yollarını arıyor.

Erkek şiddeti politik, kadın beyanı esastır!

Kadınların kurtuluşu açısından yetersiz kalan normların karşısında, kadın mücadelesi her deneyimiyle bohçasında bir şeyler biriktirerek ve kazanımlar elde ederek ilerlemeye devam etti. Eşit ve özgür bir dünya tasavvuru için gerekli ilkeleri her eyleminde açığa çıkarmaya çalıştı. Son günlerde çok konuşulan “Kadın beyanı esastır” ilkesi de bunlardan biri. Kadın kurtuluş mücadelesi açısından önemli olan bu ilke, herhangi bir soruşturma ve yargılamaya gerek duymadan, iddianın doğru kabul edilmesi değil, kadının beyanının ciddiye alınarak soruşturmanın yürütülmesi anlamına gelir. Kadınlar açısından uğradıkları şiddeti söylemek, tacizi, tecavüzü tanımlamak, adını koyup mücadele etmek, hele ki tüm bu eşitsizliklerin ortasında sanıldığı kadar kolay değil. Hukuki olarak da karşılığı olan bu ilke İstanbul Sözleşmesi’nde şöyle açıklanıyor: “Şiddet tehdidi altında olduğunu beyan eden kadının, ilave delil aramaksızın koruma mekanizmalarına dahil edilmesi.” Yani kadının beyanı hükme değil, korunma tedbiri alınmasına ve soruşturmanın başlatılmasına esas oluşturuyor. Bu esasın kendisi mağdur suçlayıcılığa karşı bir bariyer kurmayı amaçlıyor çünkü mağdur suçlayıcılık patriyarkanın egemenlik mantığını sürekli yeniden üretiyor. “Mağdur suçlayıcılık”, şiddetin sorumluluğunu hayatta kalana, şiddet uygulanana yüklüyor. Mağdur suçlayıcılar “hiç kimse cinsel şiddeti hak etmez” yerine “bazı insanlar cinsel şiddeti hak eder” düşüncesinden besleniyor. Çoğu zaman açıktan suçlamada bulunmuyor, örtük olarak mağdurun şiddeti hak ettiğini telkin ediyor. Ancak “şunu yapan tacizi hak eder”, “bunu giyen tecavüzü hak eder” gibi açıktan mağdur suçlayıcılar da mevcut. Ayrıca bazen mağdur suçlayıcılık, eğer bir kişi şiddeti durduramıyorsa, durdurmayı yeterince istemiyordur ya da şiddetten zevk alıyordur mitiyle de ortaya çıkabiliyor.[4] Mağduriyetin nasıl görünmezleşebildiğini, adaletin ibresinin nasıl erkekler lehine döndüğünü hatırlayalım; “O saatte orada ne işi vardı?”, “Öğrencisi ile ilişkisi vardı”, “Şort giymeseydi”… Kısacası ilkenin kendisi toplumsal cinsiyet eşitsizliğini tanıyor ve kadının beyanını bu eşitsizlikleri bilerek ciddiye alıyor, fail hakkındaki soruşturmayı bu ilkeyle dayandırıyor. Söylenen basit: Aksini ispatlama yükümlülüğü ailede, evde, işte, okulda, sokakta tüm gücü elinde bulundurana aittir, cinsiyet açısından ezilen-sömürülene değil. İlkenin bir diğer amacı da erkeğin çoğu zaman normal gördüğü, cinsel şiddet olarak kavramaktan kaçındığı davranışların sonuçları ile yüzleşmesini sağlamak. Kısacası kadın beyanı ilkesi yargısız infaz değil, toplumsal cinsiyet eşitsizliğine dayalı şiddet karşısında bir mücadele ilkesi. Erkek şiddetini politik bir suç olarak görmeyi, kadına yönelik tüm eşitsizliklerin varlığını kabul etmeyi, egemen cinsiyet ile ezilen cinsiyet arasındaki tahakküm ilişkisinin bilincinde olmayı ifade ediyor.

“Uykularınız Kaçsın” kadınların kolektif öfkesinin ve dayanışmasının sözde zuhur bulmasıdır. Erkek şiddetini işaret ederek, adını koyduğumuz her eylem kolektif bilincimizi daha da geliştiriyor ve ileri taşıyor. Şimdi erkek iktidara karşı mücadeleyi toplumun her alanında kadın birliktelikleri oluşturarak bir adım öteye taşıma vakti. Nasıl sosyal medyada her bir ifşanın ardından birbirimizden güç aldıysak; evde, işte, okulda, sokakta yanı başımızdaki diğer bir kadın arkadaşımızla küçük dayanışma örgütleri kurarak, bulunduğumuz alanları ilkelerimizle feministleştirerek gücümüzü erkek iktidarlarına karşı yıkıcı bir güce dönüştürebiliriz. Ve büyük bir rahatlıkla şunu söyleyebiliriz: Sınır çizme hakkını tekelleştirerek egemenliğinizi yeniden ürettiğiniz günler bitti beyler: Evet eylemimiz yıkıcı ama hukuksuz değil; ifşacı ama linççi değil ve kesinlikle bizi tacizle, şiddetle ıslah etmeye çalıştığınız dünyadan çok daha insanca bir dünyanın, çok daha insanca bir insanlık durumunun kapısını aralıyor.

Dipnotlar:

[1] Çatlak Zemin – https://www.catlakzemin.com/cinsel-saldiri-ifsa-ve-adalet/

[2] http://www.sosyalistfeministkolektif.org/eylem-etkinlik/sfk-imzal-metinler/kadinin-beyani-esastir-tersini-ispat-yukumlulugu-erkege-aittir/

[3] Cinsellik ve Hukuk Üzerine Catherine A. MacKinnon’ın “Feminist Bir Devlet Devlet Kuramına Doğru” Kitabı Üzerinden Bir İnceleme/ Özge IŞIKÇI

[4] https://oyledegilboyle.org/2018/02/20/magdur-suclayicilik/

Sendika.Org'a Patreon'dan destek ol