Paris Komünü günümüzdeki kurtuluş mücadelelerine ne sunabilir?
18 Mart 1871’de, zanaatkârlar ve komünistler, emekçiler ve anarşistler Paris şehrinin yönetimini ele geçirdi ve Komün’ü kurdular. Bu radikal sosyalist öz yönetim deneyimi, Fransa’nın Üçüncü Cumhuriyeti’ni kuran gaddar bir katliamla ezilmeden önce 72 gün sürdü. Ancak sosyalistler, anarşistler ve Marksistler anlamını tartışmayı o zamandan beri sürdürüyorlar.
Kristin Ross, Ortak Lüks: Paris Komünü’nün Siyasi Muhayyilesi adlı muhteşem kitabında Komün’e ilişkin birikmiş polemikleri kolay anlaşılır bir biçimde ele alıyor. Kendisine göre bu polemikler anarşizme karşı Marksizm, köylülere karşı işçiler, Jakoben devrimci teröre karşı anarko-sendikalizm gibi suni kutuplaşmalar şeklinde kemikleşmiş vaziyette.
Ross, Soğuk Savaş’ın bittiği ve Fransız Cumhuriyetçiliğinin yorulduğu günümüzde, Komün’ü bu tür bir kemikleşmeden özgürleştirebileceğimizi ileri sürüyor. Bu tür bir kurtuluş, böylece, günümüz solunu eyleme geçme ve bugünün zorluklarını düşünme konusunda yeniden canlandırabilir. Hiçbir çalışma, Marx’ın Paris Komünü’nün en büyük başarısının “kendi işleyen varoluşu” olduğu iddiasını daha iyi belirtemez.
Bu kitap Paris Komünü’nü günümüz için yeniden sahneliyor. Komün neden günümüzün taleplerini düşünmek için bir kaynaktır?
“Ders” kelimesi yerine “kaynak” kelimesini seçtiğin için mutluyum. Çoğunlukla insanlar geçmişin bize dersler verdiği veya kaçınmamız gereken hataları öğrettiğinde ısrarcıdırlar. Komün’ü kuşatan literatür, yapılmış olanları sorgulamakla, gereksiz yere önerilerle ve hataları listeleme zevkiyle doludur: Şayet Komünarlar şunu ve bunu yapsalardı, bankadaki parayı alsalardı, Versay’a yürüselerdi, Versay ile barış yapsalardı, daha iyi örgütlenselerdi… O zaman belki başarılı olurlardı!
Bana göre, bu tür bir olay sonrası kuramsal üstünlük hem beyhude hem de son derece tarihdışıdır. Komünarların yaşadığı dünyada yaşamıyoruz. Bir kez durumun bu olduğunu gerçekten anladığımızda, onların yaşadığı dünyanın hangi açılardan bizim yaşadığımıza aslında ne kadar yakın, belki de ebeveynlerimizin dünyasından çok daha yakın, olduğunu görmek kolaylaşacaktır.
Günümüzde insanların, özellikle de gençlerin yaşama biçimlerinin ekonomik istikrarsızlığı, Komün’ü gerçekleştiren, çoğunluğu zamanını çalışarak değil de çalışacak bir iş arayarak geçiren 19. yüzyıl işçi ve zanaatkârlarının koşullarını andırıyor.
2011 sonrası, meydan işgallerini, mekânları ve alanları ele geçirmeyi, (İstanbul’dan Madrid’e, Montreal’den Oakland’a) şehirleri stratejik operasyonların sahnesine dönüştürmeyi temel alan siyasal bir stratejinin neredeyse her yerde geri gelişiyle birlikte, Paris Komünü yeniden aydınlandı veya görünür hale geldi, günümüzün şekillenişinde bir kez daha rol üstleniyor.
Komün’ün siyasal buluş biçimleri, bizim için derslerden ziyade kaynaklar veya Andrew Ross’un kitabımdan söz ederken söylediği gibi “kullanılabilir bir arşiv” haline yeni geldiler. Komün bir tarihin ve belki de bir geleceğin, bir taraftan kapitalist modernleşmenin, bir taraftan da faydacı devlet sosyalizminin rotasından farklı bir rol üstleniyor.
Bu, bugün pek çok insanın paylaştığını düşündüğüm bir tasarı ve Ortak tahayyül bu tasarının tam da merkezinde. Bu yüzden kitapta Komün’ü hem geride bıraktığımız, geçmişe ait olarak, hem de mevcut mücadelelerimizin ortasında olası gelecekler alanında bir çeşit açılım olarak düşünmeye çalıştım.
“Ortak Lüks” komünün sanatçılar şubesinin şiarıydı ve çalışmanızın da başlığını oluşturuyor. Bu ifadenin başlangıcı hakkında bize ne söyleyebilirsiniz?
“Evrensel cumhuriyet”ten farklı olarak “ortak lüks”, Komün’ün ses getiren bir sloganı değildi. İfadeyi, sanatçılar ve zanaatçılar kendilerini bir Federasyon olarak örgütlerken, Komün altında ürettikleri manifestonun son cümlesinde saklanmış bir şekilde buldum. Benim için Komün’ün kimi kilit buluş ve fikirlerini yansıtan bir tür prizma haline geldi.
İfadenin yazarı, dekoratif sanatçı Eugène Pottier, bugün bizim tarafımızdan, katliamların kanı kurumadan, Kanlı Haftanın sonunda bestelenen başka bir metnin, Enternasyonal’in yazarı olarak biliniyor. “Ortak lüks” ile kendisinin ve diğer sanatçıların tasavvur ettiği, “kamusal güzellik” programı gibi bir şeydi: köylerin ve kentlerin iyileştirilmesi, her kişinin hoşnutluk duyacağı bir ortamda yaşama ve çalışma hakkı.
Bu küçük, hatta “dekoratif” bir talep olarak görülebilir. Ancak aslında sadece sanatla ilişkimizin tamamen yeniden yapılandırılması değil, ayrıca emekle, toplumsal ilişkilerle, doğayla ve yaşanılan ortamla ilişkimizin de yeniden yapılandırılmasıydı. Komün’ün iki düsturunun tamamen harekete geçmesiydi: merkezsizleşme ve katılım. Bu, sanat ve güzelliğin kamusallaştığı, gündelik yaşamla tamamen bütünleştiği, özel salonlarda gizlenmediği veya yakışıksız ulusal anıtsallık şeklinde merkezileşmediği anlamına gelir.
Bir toplumun estetik kaynakları ve başarıları, Komünarların eylemle açıkça gösterdiği gibi, William Morris’in “Napolyoncu döşemeciliğin ana parçası” olarak adlandırdığı Vendôme Sütunu biçimini almayacaktı. Komünün ölümünden sonra, Reclus, Morris ve diğerlerinin çalışmalarında, bu sanat ve güzelliğin gündelik yaşamda gelişme talebinin nasıl da bugün “ekolojik” olarak adlandırabileceğimiz, örneğin Morris’in “eleştirel güzellik mefhumu”nda veya Kropotkin’in bölgesel öz yeterliliğin önemine ilişkin ısrarında izi sürülebilecek, bir fikirler kümesinin ana hatlarını içerdiğini gösteriyorum.
En spekülatif kavrayışlarında “ortak lüks”, toplumsal değerlerin ne olduğuna, neyin kıymetli olarak sayılacağına karar vermek için piyasa tarafından sağlanandan farklı bir ölçütler kümesine veya değerleme sistemine işaret eder. Doğa bir kaynaklar deposu olarak değil de kendi içinde bir amaç olarak kıymetlendirilir.
Kitabınız, Komün’ün yaşamını diğerleriyle birlikte Kropotkin’in ve İngiliz sosyalist William Morris’in çalışmalarına genişletiyor.
Flaubert’in Komün’ün “gotikliği” olarak adlandırdığıyla dehşete düşmüş bir şekilde büyülenmek oldukça kolay. Umarım ki bununla, sonundaki Kanlı Haftanın katıksız dehşetlerini ve binlerce kişinin katledilmesini kastediyordur. Hiçbir şekilde katliamın önemini azaltmıyorum. Dahası, devlet tarafından kendi sınıf düşmanlarını tek tek ve topluca kökünün kazınmasına yönelik olağanüstü çabayı Üçüncü Cumhuriyet’in kurucu edimi olarak görüyorum.
Ancak ben Komün’ün, hayatta kalan ve sürgün olan Komünarların, sözünü ettiğin destekçilerle buluşması ve birlikte çalışmasıyla, Kanlı Hafta bittikten sonra da genişlemeyi sürdüren Komünar düşüncesi şeklindeki sürdürülmesi olarak düşündüğüm şeyi belgelemekle daha çok ilgileniyordum. Bu dost gezginler için, Jacques Rancière’nin “duyulurun paylaşımı” olarak adlandırdığı şeyi Komün olayı derin bir şekilde değiştirmişti.
Komün’ün bir olay olarak şok dalgasının yanı sıra sağ kalanlarından çıkmış tartışmaların ve sosyalleşebilirliklerin, bu düşünürlerin yöntemini, ele aldıkları konuları, seçtikleri malzemeleri, kendileri için saptadıkları entelektüel ve siyasal manzarayı, yani kısaca izleklerini nasıl da değiştirdiğini anlatıyorum. Bu hemen ardından gelen artçı sarsıntılar, mücadelenin başka yollarla sürmesiydi. Olayın aşkınlığının bir parçasıydılar ve sokaklardaki başlangıç eylemleri olarak bir olayın mantığı açısından tamamıyla yaşamsaldılar.
Belki de en büyük değişim, Marx’ın Komün’den sonraki gidişatında tespit edilebilir. Hem kuramını güçlendirme hem de tam da kuram kavramından tümüyle bir kopuş olan paradoksal bir biçim alan bir değişim. Komün, kitlelerin tarihi biçimlendirmesinin yanında, bunu yaparken salt hakikati değil kuramın kendisini de yeniden biçimlendirmesini Marx için apaçık kıldı. Bu, aslında, Henri Lefebvre’nin “yaşananın ve tasarlananın diyalektiği” hakkında konuşurken kastettiğiydi.
Bir hareketin tasavvuru ve kuramı ancak hareketin kendisiyle birlikte ve hareketin kendisinden sonra serbest kalır. Eylemler düşleri yaratır, düşler eylemleri değil.
Peter Kropotkin, Élisée Reclus ve William Morris’in, ortaya çıkan pratiklerin radikal potansiyeliyle, kapitalizm öncesi ve kapitalist olmayan biçimlerle ilişkili “modası geçmiş enerjileri” bir araya getirmeye çok kafa yorduklarını öne sürüyorsunuz.
Salt Kropotkin, Reclus ve Morris değil, Marx da kapitalizm öncesi biçimlerle yaşam tarzlarının kendi zamanlarındaki “anakronistik” varoluşuna çok kafa yoruyordu.
Yüzyıllar boyunca var olan Rus tarımsal komünist biçimleri olan obshchina’nın[1] kaderi batılı sosyalistlerin ana odak noktasıydı. Komün sonrası biçim alan kuramsal zorluk, yeniden canlandırılan bir komün biçimi sorunu etrafında dönüyordu: Büyük bir Avrupa başkentinde gerçekleşen çarpıcı bir ayaklanmayı, kırsal kesimdeki daha eski komünist biçimlerin kalıcılığıyla birlikte nasıl düşünebiliriz?
Bu düşünürlerin hepsi “zamanın kıvrımları” olarak adlandırabileceğimiz, kapitalist modernliğin kusursuzluğunun, tıpkı bir yumurta gibi çatlıyor gözüktüğü uğraklara karşı oldukça dikkatliydi. Tarihçiler genel olarak anakronizmden mümkün olan en büyük hata olarak korkarlar. Morris’in zamanının İzlanda’sına ve onun orta çağ geçmişine ilgisini, kafası karışık bir nostalji olarak önemsememişlerdir. Morris aslında mükemmel bir algıyla, orta çağ İzlanda’sında gelişen örnekler gibi kapitalizm öncesi biçimleri ve yaşam tarzlarını hem gitmiş, geçmiş, tarihin bir parçası hem de olası bir geleceğin temsili olarak görebiliyordu.
Bana göre bu nostaljinin değil, derinlemesine bir tarihselleştirici düşünüş tarzının işaretiydi. Bu olmadan değişimin olabilirliğini düşünmemizin veya bugünü olumsal ve açık uçlu olarak yaşamamızın bir yolu yok.
Dipnot:
[1] Obshchina: Başka anlamların yanında Rusça’da topluluk anlamına gelen kelime. 19. ve 20. yüzyılda bireysel çiftliklerin aksine ortak mülkiyete dayalı çiftliklerde kolektif bir şekilde tarım yapan köylü toplulukları (ç.n.).
[Jacobinmag’deki İngilizce orjinalinden Tahir Emre Kalaycı tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]