Özgür Narin ile söyleşi: Sanayi 4.0, yapay zekâ, büyük veri ve emeğin geleceği…

“Bir toplumsal hareket olduğunda, bu teknolojileri üreten sınıf bileşiminin sadece dayanışmakla kalacağı beklenmez, ki o bile iyi olur. Bu hareketlere kendi yetenekleriyle katılabilirler. Bazı verileri direnişçilere verebilirler, bazı uygulamaları direnişin çıkarları doğrultusunda kullanmaya başlayabilirler. Bu çok olası bir senaryo. İşçi sınıfındaki şu anki dağınık halinde, bu size çok ütopik geliyorsa çok kötü! Belleğiniz bir mevsimde, Haziran’da uyanmalı!”

Tankut Serttaş 03 Temmuz 2021 Özel Sayı 2

On yıllar önce robotların ve bilgisayarların hayatımızı bütünüyle değiştireceği üzerine kurulu anlatı şimdi de yeni teknolojik gelişmeler üzerinden sürdürülüyor. Vaatlerdeki gibi olmasa da hayatımız gerçekten de değişiyor. Bilim ve teknoloji ekonomi politiği üzerine çalışmaları ile bilinen akademisyen Özgür Narin ile bu değişimin emekçilerin geleceği ve sınıf mücadelesindeki karşılıkları üzerine konuştuk.

“Bu teknolojilerin yarattığı etkiye baktığımızda Almanya gibi merkez ülkelerde ücretleri düşürmek amaçlı kullanıldığını ancak toplamda üretim verimliliğinde beklentiyi karşılamadığını görüyoruz. Yani, 2011’den beri Sanayi 4.0 hevesi sürmesine rağmen, gerçekleşen şey, anlatılan şeyle aynı değil” diyen Narin, ilerlemenin bütün iyimser tahayyüllere karşın kapitalizmin sınırlayıcılığına takıldığını ve bu nedenle sınıf mücadelesi gerçekliği üzerinden düşünmek gerektiğini vurguluyor.

“Kuryede ya da kamyonda çalışan işçilerin çalışma hayatını belirleyen uygulamaları üreten yazılımcıyla yine bu işçilerin buluşması mümkün müdür?” sorusunu cevaplamaya çalışmanın, “Bu teknolojiler bizim işimizi mi alacak?” sorusunu cevaplamaya çalışmaktan daha öncelikli olduğunu belirtiyor.

Narin teknolojinin etkisinden önce teknolojiyi üretenin yıkıcı ve yaratıcı potansiyeline dikkat çekiyor: “Bir toplumsal hareket olduğunda, bu teknolojileri üreten sınıf bileşiminin sadece dayanışmakla kalacağı beklenmez, ki o bile iyi olur. Bu hareketlere kendi yetenekleriyle katılabilirler. Bazı verileri direnişçilere verebilirler, bazı uygulamaları direnişin çıkarları doğrultusunda kullanmaya başlayabilirler. Bu çok olası bir senaryo. İşçi sınıfındaki şu anki dağınık halinde, bu size çok ütopik geliyorsa çok kötü! Belleğiniz bir mevsimde, Haziran’da uyanmalı!”

 

Tankut Serttaş: Robotlar, yapay zekâ, Sanayi 4.0, büyük veri gibi güncel tartışma konuları üzerine ana akımda tılsımlı bir anlatı var. “İşin sonu” gibi iddialı çıkışlara bile sahne olabiliyor bu anlatılar. Bu 80’lerde bilgisayar teknolojilerinin yarattığı heyecanın, neoliberal ideolojiyle harmanlandığı dönemi de andırıyor. Apple’ın 1984’teki meşhur reklamı[1], “özgürleşmenin” araçları olarak bilgisayarların ve yeni teknolojilerin sunulduğu anlatısıyla benzerlik göstermekte. Ama 80’ler ve sonrası ya da genel olarak neoliberal dönem, reelde çalışma saatlerinin arttığı, güvencesizleşmenin yaygınlaştığı, yoksullaşmanın derinleştiği bir dönem oldu. Bugünkü tılsımlı anlatıların da neoliberalizmin tarih sahnesine çıkış dönemindeki ideolojik kuşatma girişimiyle paralel olduğunu ya da birbirlerinin devamı olduğunu mu düşünüyorsunuz? Yoksa düzlemler daha mı farklı sizce? Bu tılsımlı anlatının ardındaki ideolojik keşmekeşe nasıl bakmalı?

Özgür Narin: Seksenlerdeki teknoloji havasına iki tane etki neden oluyordu. Birincisi, 1970’lerde krizden çıkıp toparlanma sürecinde kapitalizm, insanlığa bir vaat vermeye çalıştı. İkincisi ise Sovyetler Birliği’ne karşı en güçlü kara propaganda silahı olarak kullanılan “hürriyet” söylemi var. Yani piyasanın “hür” olduğu, seçim özgürlüğünün olduğu bir yaşam anlatısı. Aslında koca bir yalan. Bu özgürleşmenin temsilcisi olarak da kişisel bilgisayarları sundu kapitalizm. Sovyetler Birliği’nin dağılması ve ardından kapitalizmin kısmi zaferinin de etkisiyle, bu iki etmen bahsettiğiniz havanın oluşmasında etkili oldu.

Teknolojinin, onu üreten ilişkilerden soyutlanıp bir kurtarıcı gibi gösterilmesi, teknolojik belirlenimcilik ve “iyimserlik” (ki aslında yanılsama yaymak), her zaman arkasında gizlendiği aldatıcı bir parıltı oldu kapitalizm için… Sovyetler Birliği ile “Sputnik şoku”ndan beri gelen rekabette bilgisayar ağları, internet, hatta Sanayi 4.0 potansiyel olarak vardı. SSCB için devasa üretimi denetleme, askeri rekabet araçları olarak tasarlanmış bu fikirler, ABD ile SSCB arasında rekabetin konusuydular. 1980’lerde kapitalizmin sınıf mücadelesinde elde ettiği galibiyetten sonra “hür” dünyanın, yani 1980’lerde “başka alternatif yok” diyerek kutsanan piyasanın temsilcileri oldular. Tüm işyerlerinde (imalatta, hizmetlerde, medyada) ve tüketicilerin evlerinde kullanılabilecek kişisel bilgisayarlar ve yeni teknolojiler olarak yaygınlaştılar. Artık işler eskisi gibi olmayacak, pek çok işi bilgisayarlara veya makinelere yaptırabilecektik. 1989 ve 90’larda sol içerisinde bile tartışmaları en çok etkileyen şeylerden biri robotlar olmuştu. ’89 bahar hareketinin dinmesinden sonra DİSK’in Ören Toplantısı’nda “Teknolojik Gelişme ve İşçi Sınıfına Etkileri’ tezlerini hatırlayalım. Bir yandan “teknolojik devrimin itici rolü”nden bahseden DİSK’in diğer yandan “bir başlangıç olarak, Türkiye egemen sınıfları ve partilerini, ülkenin genel iktisadi politikasını, sanayisinin durumunu ve içine girilen ikinci sanayi devriminin imkanlarını Türkiye’de geçerli kılmak için ne yapacaklarını” tartışmaya çağırmasını anımsayalım.

Ama biz buna bugünden bakarak böyle yorumluyoruz. Muhtemelen sonraki kuşak, 80’lerdeki tartışmaya bakınca böyle parlak bir şey görmeyecek. Bugünkü teknolojilere bakacak. Baktığı anda da sosyal medyanın önemli olduğunu, teknolojilerin güçlü olduğunu görecek ama parlak ve toplumsal bağlantıları kuvvetli bir şey görecek mi, emin değilim. Bugün bir sosyal medya var, insanlar arasında bağlantılar kuruyor. Ama “İş saatlerine olumlu bir etkisi var mı”, “İş güvencesine ya da çalışma ilişkilerine ne kadar olumlu etkisi var”, “Yeni iş olanakları, nitelikli istihdam olanakları ne kadar yaratıyor” gibi soruların cevapları pek tatmin edici olmayacak. Bugünkü durumun o dönemden farkı bu gibi geliyor.

Kapitalizm, insanlığa çok yeni bir şey vadetmiyor

Apple bahsettiğiniz reklamı 1984’te yaptı. Ama bu reklamın vaadi olan “özgürleşme”, çok kolay tuzla buz oldu. Bırakalım başka topraklara demokrasi götürmenin aslında işgal anlamına geldiğini, iş saatleri, çalışma koşulları, salgın döneminde yapılanlar ve yapılmayanlar gözetildiğinde bu vaadin hızlıca tükendiğini görüyoruz. Yeni teknolojilerin, sosyal medyanın insanlara sunduğu vaadin de çok uzun vadeli bir “hürriyet” olduğundan çok emin değilim.

Dönemler arası kıyaslama yapacaksak, 1980’leri değil de 1900’lerin başını aldığımızda daha çarpıcı sonuçlar alırız. 1900 ile 1950 arasında, yani 1929 krizi öncesi ve sonrasındaki süreçte, ortaya çıkan buluşların getirdiği büyük bilim ve teknoloji havası, ne yapılırsa yapılsın şu anda görünmüyor. Üretici güçler yeni olanaklar geliştiriyorlar. Ama 1900’lerdeki gibi çok büyük buluşlar, fiziği, mekaniği değiştirecek tartışmalar gelişmiyor. Bunu yapay zekâ (YZ) için de söyleyebilirim. Yapay sinir ağları ya da veri analizi, çok önemli bir gelişme yaşıyor şu an. Daha öncekilerle karşılaştırıldığında hem yapay sinir ağlarına yol açan mantık, hem bilgisayar tartışmasının köklerini 1940’larda hatta 1920’lerde bulabiliyoruz. Çok muhafazakâr olacak belki ama bugün gördüklerimiz, kök buluşlar değil diye düşünüyorum. Bu anlamda kapitalizm, insanlığa çok yeni bir şey vadetmiyor. Daha çok geçmişteki tartışmaların uygulamalarını görüyoruz bugün. Eksik kalmasın, kolektif emeğin, bilimcilerin buluşları, önemsiz değiller. Aksine kütle çekim dalgaları, genetik, CRİSPR, mRNA (Kanser araştırmaları için umut vaat edici yönlerinin dev ilaç şirketleri tarafından kullanılışını, halk sağlığından esirgenişini yaşayarak izleyebileceğiz) ve pek çok alanlarda biriken bilimsel buluşlar, çığır açıcı gelişmelerin, köklü bilimsel “devrimleri”n ayak sesleri de olabilirler. Ama bu üretim ilişkileri ve sınıf mücadelesinde üstün olanın “bekası”, çıkarları, bu yaygın sonuçların insanlık ile buluşması için en büyük engeller.

Dar alanda kısa paslaşmalar

Christian Fuchs, Sanayi 4.0’ın sınıfsal temelini açıklarken Almanya’daki sanayi proletaryasının “yüksek maliyetlerine” vurgu yapıyor. İmalat alanında nispi olarak düşük kâr marjını, imalatı işçiden belli bir oranda arındırarak “işçi maliyetini” düşürerek kâr oranlarını artırma stratejisi olarak yorumluyor. Ama sizin başka bir çalışmanızda üretim verilerinin verimlerinin beklendiği ölçüde artmadığına dair çıkarımlarınız da var. Bunu da yapılan ar-ge yatırımlarının pazarlama, reklamcılık, satış, dolaşım gibi üretkenliği artırmaktan ziyade kâr realizasyonunu sağlayacak alanlara yapılmasına bağlıyorsunuz. Merkez kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfının tarihsel kazanımlarına göz diken stratejide bir kayma mı var? Ya da kâr realizasyonu, bugün merkez kapitalist ülkelerdeki “yüksek maliyetli” işçi sınıfından daha mı büyük bir kriz yaratıyor?

Aslında bu ikisi çelişmiyorlar. Dünya genelinde yapay zekâ, dijital otomasyon gibi teknolojilerin beklendiği kadar verimlilik yaratmadığını OECD ve anaakım iktisatçılar bile söylüyorlar. Genel olana tekil olarak Almanya karşı koymaya çalışıyor gibi ama aksine, Almanya’nın on yıl önce duyurduğu Sanayi 4.0’ın beklendiği kadar yayılamamasını da bu genel kapitalist eğilim belirliyor. Kapitalist üretimde değerin yaratıldığı alanda, artı değer yaratma, yani değeri genişletme sürecine değerlenme diyoruz. Bu artı değerin tüm sektörlerden akarak toplam artıdeğeri oluşturması, bütün bir üretim, dolaşım, tüketim döngülerinin tamamlanması ile gerçekleşebiliyor. Toplam artı değer, organik bileşim ve birçok etkene göre, kâr oranları ve kârlar düzeyinde sektörlere dağılıyor. Yani her endüstri, her kapitalist işyeri, bu artıdeğer toplamından kâr oranlarına, teknolojik bileşimine göre bir pay alıyor. Bu, ancak üretilenlerin satışıyla birlikte ortaya çıkıyor. Buna ise gerçekleşme, realizasyon diyoruz. Bu dönemde kâr oranları düştüğü için pazar kapma savaşı içerisinde, satışı daha fazla gerçekleştirme rekabeti çok daha sık ve yoğun görünüyor. Bu yüzden de yapay zekâ çalışmalarının yoğunlaştığı alanlara bakarsak müşteri profillerinin çıkarılması, reklamcılık gibi kâr realizasyonuna odaklanan çalışmaları görüyoruz. Dar alanda kısa paslaşmalar… Kâr oranı için rekabet çok yüksek, her bir ek kâr oranı yükselişi için, tüketicinin ilgisinin hemen avlanması, satışa dönüştürülmesi gerekiyor. Kestirim gücü yüksek tüketici davranış örüntülerini yakalayacak yapay zekâ algoritmaları ve veri talanı (Büyük Veri) ile tüketicileri (yani toplumu) izlemeniz gerekiyor; ayartma gücü yüksek reklâmlar ve sunulan seçeneklerle elektronik ticaretinizin her gözeneğe neredeyse eş anlı (gerçek zamanlı!) dolması, “tüketici” yakalaması, yaratması gerekiyor. Yakın zamana kadar en yüksek yapay zekâ yatırımı yapan firma olan Amazon, bir imalat firması değil, perakende firması. 2017 yılında Çin, dünyanın en yüksek yapay zekâ yatırımını yaparak ABD’yi geçtiğinde, Alibaba, Tencent gibi elektronik ticaret ve platform uygulamaları çok büyük payını oluşturuyorlardı. Üretimde ise enerji verimliliği kestirimi, lojistik optimizasyonu gibi sınırlı alanlarda kullanılıyorlar. Üretimi köklü biçimde verimlileştiren bir teknoloji olduklarına dair OECD ya da MIT gibi teknoloji üzerine uzmanlaşan üniversitelerin, verimlilik ve istihdam ile ilgili araştırmalarında olumlu bir sonuç yok; tersine görece düşük verimlilik bulgusu var. Bu da bir krizden çıkış stratejisinden ziyade bunalım veya daralma evresinin bir emaresi gibi görünüyor.

Sınıf mücadelesi hükmünü sürdürür

Ancak kapitalizm tek bir seçeneğe odaklanmıyor. Teknoloji, Harry Braverman’ın müthiş kitabının hatırlattığı gibi emek sürecindeki mücadeleden başlayıp genişleyen bir sınıf mücadelesiyle şekilleniyor. Bunu hiç unutmadan, buradan doğmakla kalmadığını da belirtelim, bu sınıf mücadelesinin bir aracına da dönüşüyor. 1950’lerde Birleşik Devletler’in resmi raporunda otomasyon sonucunda ortaya çıkacak işsizliğin nasıl telafi edilebileceğini anlatırken, “otomasyon”un sağladığı “esneklik”ten bahsettiğini daha önce belirtmiştim. Esneklik, 1970’lerin kapitalist krizinden sonra bütün dünyaya yayıldı. Ama teknolojinin nimeti değil, sınıf mücadelesinin bir sonucu olarak. Kazanılmış hakları sınıfın bir kesiminden alarak, onu bu haklara hiç sahip olmamış geniş kesimleri ile birleştirerek. Tek yönden bakarsanız, “büyük fabrika”da işçilerin birliğini kıran esnek çalışma, diğer yönden bakarsanız, zaten enformel çalışan, hiçbir zaman büyük fabrikalarda çalışamamış, güvencesiz işçiler…

Sanayi 4.0 Almanya’da en parlak dönemindeyken, tam otomasyon Almanya’da hâkim olmadı. Aksine sınıf mücadelesi hükmünü sürdürdü. Kapitalist hiçbir zaman yumurtaları tek sepete koymuyor. Otomasyon, yüksek ücretli işçilerin, işten çıkarılarak ücretleri düşürmenin ve bu yolla maliyetleri düşürmenin bir aracı olarak kullanılıyor. Ama bu, eldeki tek seçenek değil. Belli alanlarda yüksek düzeyde otomasyon, maliyetli olmayabilir. Otomotiv sektörü için geçerli örneğin bu durum.

Ama aynı Almanya, “mini job” denilen güvencesiz çalışma yöntemlerini de yasalaştırıyor. Genelde göçmenlere yaptırılan bu küçük, parça başı ve güvencesiz işlerin yaygınlaşması için adımları da var.

Gözümüzü sadece otomasyona dikersek, işçi sınıfının kazanılmış haklarının gaspı, sadece otomasyonla yapılıyormuş gibi görünür. İş yasasındaki değişiklikler, güvencesizliğin yasallaşması ve yaygınlaşması da bu sürecin önemli bir parçası. Aslında Sanayi 4.0’ı önerdikleri ilk zaman da bu böyleydi. 2011’de ilk defa Sanayi 4.0 telaffuz edilmeye başlandığında da iş yasalarında güvencesizlik eğilimli değişiklikler vardı. Ama bize parlak olarak sunulan otomasyondu. Yoksa hiçbir zaman tek odaklı bir strateji yoktu.

Almanya’nın 2011’de başlattığı Sanayi 4.0, veri otomasyonu gibi şeylerin anlamı var elbette. Almanya, özellikle veride standartlaşma gibi adımlar atıyor. Yapay zekâ ve otomasyon alanında hem ABD’ye hem Çin’e rekabetteki üstünlüğü kaptırmamak için adımları var. İhracatına önem verilen yüksek katma değerli sektörlerde, otomotiv veya makine sektörleri gibi, otomasyonun ve yapay zekânın kullanımını teşvik ediyorlar.

Bu teknolojilerin yarattığı etkiye baktığımızda Almanya gibi merkez ülkelerde ücretleri düşürmek amaçlı kullanıldığını ancak toplamda üretim verimliliğinde beklentiyi karşılamadığını görüyoruz. Yani, 2011’den beri Sanayi 4.0 hevesi sürmesine rağmen, gerçekleşen şey, anlatılan şeyle aynı değil.

Kapitalizmde tam otomasyon bir hayal

Yapay zekâ çalışmaları her ne kadar ağırlıkla kâr realizasyonu üzerine yapılsa da üretim sistemlerinde ve çalışma ilişkilerinde niteliksel açıdan büyük bir değişim olup olmayacağı önemli bir tartışma konusu. Fordist sistemde, üretim bandı işçinin pek çok vasfını elinden almıştı. İşçi, üretim bandı ve banda bağlı makinelerin bir uzantısı haline dönüşmüştü. Özellikle sensörler ve geri besleme döngülerinin yaygınlaşması, işçinin en önemli vasfını, kontrol vasfını da elinden alma eğiliminde. Yapay zekâ çalışmalarıyla, işçinin öğrenme vasfının da makine tarafından içerileceği bir döneme mi girdik? Bu vasıfsızlaştırma süreci, işçi sınıfının güncel kompozisyonunu ve sınıf mücadelesini nasıl etkiler? Örneğin Fordist sistemde üretim bandı etrafındaki binlerce vasıfsız ve yarı vasıflı işçi, işçi sınıfının içerisindeki payı hızla artarken dönemin sürükleyici halkası da olabilmişti. Emek hareketi, kitlesel vasıfsız işçilerin örgütlü mücadelesiyle şekillenmişti. Bu açıdan bugün bir niteliksel bir değişim beklenebilir mi?

Bunun gerçekleşmesi öyle çok kolay değil. ABD’nin belirli bir yerinde yapay zekâ ya da makineleşme yüzünden işsiz kalan insanlara ışık tutunca sanki eğilim oymuş gibi görünüyor. Ama dünyanın geri kalan kısmında güvencesiz işlerde tutunmaya çalışan büyük nüfuslar var. Yapay zekâyı tartışırken, kapitalist sistemin en tepelerinde, merkezlerle diğerleri arasındaki ilişkiyi denetleyecek bir otomasyon sisteminin genişlemesinin sanki her yere pürüzsüzce ve hemencecik yayılacağı öne sürülüyor; bu da tartışmayı yanlış bir yere götürüyor. Bu gelişmeler tepedeki iş ilişkilerini değiştiriyor. Tepedeki işlerin niteliğindeki değişim, her yere aynı derecede nüfuz etmiyor.

Bu tartışmalarda temel hatalı eğilim, teknolojinin bütün kartlarını aynı anda açabileceği yanılsamasına kapılmak. Sanki bütün yenilikler aynı anda, her yerde, aynı ölçüde gerçekleşecekmiş gibi bir algı oluşuyor. Başta anlattığımız teknolojik “iyimserlik” masum değil ve hemencecik kanmamak gerekiyor. Ayrıca yine başta belirttiğimiz gibi teknoloji de sadece teknik bir olanak değil. Teknolojinin emek süreçlerindeki işlevi ve toplumsal ilişkileri görmezden geliniyor. Böyle olunca da bir yanda işin tamamen ortadan kalkacağını düşünüp sonrası için hazırlık yapma eğilimi oluşuyor. Yapay zekânın yaratacağı işsizliği, emek bileşiminde, sınıf bileşimindeki değişimi konuşabiliriz; ama önce robotun değil, kapitalizmin içinde bulunduğumuz büyük bunalımının yarattığı işsizliği konuşalım.

Ne iyimserliğe hemen kanalım ne de eskinin tekrarı diyerek sıradanlaştıralım. Bu iki hatalı eğilimi de aşacak bir perspektif gerekiyor.

Kapitalizmde tam otomasyon bir hayal. Çünkü sistemin kendisini tehdit etmekle kalmaz, sorgulanabilir kılar. Tehdidi kaldırmak için çıplak baskı bir seçenektir, ama sürdürülebilir mi sorusu açık bir soru. Yapay zekâ, dijital çağ, otomasyon üzerine parıltılı söylemler ya da tüm odaklanmayı bunların yaratacağı işsizliğe vermek, kapitalizmin gayet “sıradan” (gayet tanıdık) bunalımının yarattığı koşulları görünmez kılabilir. Dijital teknolojilerin “pürüzsüzce” ilerleyebilmesi için, bu bunalımın aşılması, sınıf savaşımının alt edilmesi gerekli. Alt etmek için sesli yapay zekâ operatörleri değil, esas olarak önce, üretici güçlerin yıkıcı güçlere dönüştüğünü görmemiz daha olası. Bu çekinceleri belirttikten sonra, yapay zekânın daha fazla yayıldığı “senaryo”da sınıfın bileşiminin değişimi sorusunu yanıtlayabiliriz.

Entelektüel gücün makineye verildiği ve yaşamımızın “aptallaştığı” doğrultuda…

Yapay zekâ, şu an her işi hemen alabilir durumda değil. Yapay sinir ağları, derin öğrenme gibi YZ yöntemleri, talan edilen çok fazla veriden bir örüntü çıkarmaya çalışıyorlar. Bu örüntü, işleri yapmaya dair genel çözümler oluşturuyorlar. Böylece işleri taklit ederek, öğrenerek yapabiliyorlar. Çağrı merkezinde sorular geldiğinde, verilen sesi tanımayı daha iyi yapabiliyor. Ya da görüntüyü tanımayı daha iyi yapabiliyor. Mimarlık alanında çeşitli pozisyonları alabiliyor. Radyolojinin bazı alanlarında görüntü tanıma insandan daha başarılı olabiliyor. Robotlar, rutin ve çok tekrarlı işleri zaten daha iyi yapabiliyordu. Onlar da cerrahi, otomotivde hassas işlem, kaynak, birleştirme gibi işleri daha esnek hale getirebiliyor, insanın yerini kontrollü olarak alabiliyorlar. Ama yapay bir bilinç gibi, insanın birkaç işlevini birden gerçekleştirebilecek, onun yerini tümüyle alabilecek bir yapay zekâ henüz yok. Tabiî bu, bu düzeye gelene kadar, emek süreçlerinde bir değişiklik olmayacak anlamını taşımıyor. İnsanın yaptığı bazı kontrol işlevlerini alabilir yapay zekâ. Hatta bazı işleri, gereksiz hale de getirebilir. Bilim ve teknoloji üretimi “çözümleyerek”, küçük parçalara ayırdıkça, örtülü bilgiyi (tacit) rasyonel hale getirip, yerine düzenek ve makine koydukça, işçi sınıfının o kısmı vasıfsızlaşıyordu. Bu yapay zekâ ile birlikte daha nitelikli işlerin de tasarlanabilir, tekrarlanabilir ve giderek ikame edilebilir olmasını sağladı. Pürüzsüzce ilerleyeceğini düşünsek, kapitalizmde gerçekleşen Mad Max filmindeki dünya gibi, bir yandan yedek sanayi ordusunun olduğu, bir yanda da çalışma ayrıcalığına sahip olan kesimin olduğu bir dünya gibi gözükmektedir. Bu benzetmenin gerçek bir yanı var.

Fordist üretimde, bandın hızı işçinin davranışını belirliyordu. İşçi, bu anlamda zaten kendi kontrolünden çıkmıştı. Şimdi artık, genel bir makine, karar verici sistem, lojistik ağları için düşünürsek örneğin, işçi yerine trafik yoğunluğunu da hesaplayarak bir komut veriyor. Hatta o algoritmayı tasarlayan bilim emekçisi tarafından neden o komutun uygulandığının bile bilinmediği düzeyde bir yabancılaşma var. Tüm dünyadaki gemi trafiğini, hava durumunu, deniz durumunu uzun bir tarihsel dönemde izlemiş, kalıplar çıkarmış, buna göre kararlar alan bir algoritmayı düşünün. Tasarımcısının havsalasından daha fazla senaryoyu, geçmiş ve anlık seçenekleri görmüş ve yapay sinir ağlarında onların belleklerini sayısal denklemlerdeki “ağırlık”lar olarak saklıyor. Süreç de Marx’ın bahsettiği gibi, entelektüel gücün makineye verildiği ve yaşamımızın “aptallaştığı” doğrultuda ilerliyor. Emek süreci de bu yolda şekillenecek elbette.

Ama yapay zekânın ya da genel olarak yeni teknolojilerin kapsayabildiği alan, her ne kadar genişleyen bir alansa da toplam iş ve vasfın azınlık kısmı. Dolayısıyla bu parlak yapay zekâ anlatısının “kapitalizm açısından bile ütopya olan kısmı” gerçekleşebilirse yeni teknolojilerin emek sürecinde yarattığı niteliksel değişimi de radikal sayabileceğiz.

İleriye dair beklentilerimizi düşünürken tez canlı olmamak gerek diye düşünüyorum. Yapay zekâ, çok tekrarlı ve örüntüler çıkarılabilecek işlerde işlevsel. Bu tür işlerde de işçilerin yerini alacak. Ancak bunlar, çok hızlı gelişmeyebilir. Otomotiv gibi yüksek teknoloji gerektiren sektörlerde de insan-robot etkileşimi artacak. İnsanın hassasiyeti ve robotun rutindeki hızının birleşeceği yeni iş ilişkileri ortaya çıkacak. Ama kapitalizm açısından bile ütopya sayılabilecek değişimlere bakıp analizler yapınca köklü değişimler bekliyoruz.

Bizim gördüğümüz hâl, kapitalizm açısından da bir deforme hâl. Tam otomasyonu gerçekleştirememekle otomasyonu ilerletme ikilemi içerisinde sıkışarak oluşmuş bir hâl. Emeğin niteliğindeki değişim de sadece teknolojiyle bağlantılı olamaz. Sınıfsal bir altüst oluşun sonucu emeğin niteliğindeki değişim mümkün olur. Kapitalizmin bile yakalayamadığı bir gelişme üzerinden çıkarımlar yapmak çok doğru değil.

Kuryede çalışan işçiyle yazılımcının buluşmasının yaratacağı iradeye ihtiyacımız var

Güncel teknoloji tartışmalarında ana akım, tartışmayı teknoloji şirketlerinden yola çıkarak yapıyor. Bilim emekçilerinin, mühendislerin, doktorların ve hatta üniversite öğrencilerinin dahi proleterleştirme süreçlerinin konusu haline geldiği günümüzde bu teknoloji tartışmalarını sınıf mücadelesinin stratejik unsuru halinde tartışmamız mümkün mü? Her ne kadar ana akımda öne çıkan Bill Gates, Zuckerberg ya da Elon Musk gibi figürler olsa da bu teknolojileri yaratan bir işçi sınıfı var. Sınıf mücadelesindeki eşitsiz güç dengeleri, işçi sınıfının yeteneklerini ve teknik kapasitesini mücadeleye seferber etmesiyle aşılabilir ya da törpülenebilir mi? Bu anlamda işçi sınıfı öz-örgütlü mücadele için yeni kanallar, araçlar yaratabileceği bir kapasiteye sahip mi sizce? Bu konuya nasıl yaklaşılmalı?

Bu tartışmalar, tek özne kapitalizmmiş gibi yapılıyor. Kapitalizm, pürüzsüz bir şekilde makineleşmeyi genişletecekmiş gibi, geliştirilen yeni teknolojiler bütün süreçleri belirleyecekmiş gibi bir algı oluşuyor bu tartışmalarda. İşin kötü tarafı da bu. Soruda saydığın olası senaryolara ütopik diyoruz. Kapitalizm için bile ütopik olan şeyleri bol bol tartışıyoruz. Zuckerberg, Musk birer ilah gibi sunuluyor ama çok kolay yıprandılar. “Start up” yaratma gibi bir trend ya da “Yırtabilirsin” gibi motivasyonlar kapitalizm içerisinde her zaman olurdu ama inandırıcılıklarının en fazla yitirdikleri dönemleri yaşıyorlar. Genç işsizliği Economist gibi anaakım dünya dergilerinin kapak konusu oldu uzunca bir süre. Akademideki rekabet, bilimdeki yayın, fon baskısı, dükkancılık ya da burger köfte zinciri gibi çalışma hali itibarlı sayılan bu meslekleri paryalaştırdı. ABD’de ücretlilerin önemli bir kısmı geçinebilmek için 3-4 işte çalışıyorlar ve son rakamlar, buna eklenen genç işçilerin lisans üstü öğrencilerin vahim sayılarını da gösteriyor. Bunlara, “Elon Musk” gösteriliyor sürekli. Oysa bu çalışanlar için bırakın yırtmayı, yaşayabilirsen şükrediyorsun bugün.

“Kuryede ya da kamyonda çalışan işçilerin çalışma hayatını belirleyen uygulamaları üreten yazılımcıyla yine bu işçilerin buluşması mümkün müdür?” sorusunu cevaplamaya çalışmak, “Bu teknolojiler bizim işimizi mi alacak?” sorusunu cevaplamaya çalışmaktan daha öncelikli geliyor bana… İkinci soru aklın kötümserliğinde düşünülebilir, ama iradenin iyimserliği için ilk sorunun yanıtına son derece ihtiyacımız var. Üstelik, kapitalizmin yarattığı işsizliğin arkasına saklanıp öne teknolojiyi sürmesine kanmamak için olduğu kadar başka bir nedenle de sınıfın bu birleşmesinin yaratacağı iradeye ihtiyacımız var. O teknolojilerin pürüzsüzce işsizlik yaratması tarihte hiç sessizce olanaklı olmadı, aksine uzun sınıf mücadeleleri sonucunda gerçekleşebildiler. Senaryonun sahnelenmesi, işçilerin tribünlerde tutulması ile olanaklı olabilir, oysa işçiler o sahneye dahildiler, hala da öyleler.

Bu teknolojileri ne Zuckerbeg ne Bill Gates ne de Steve Jobs yapıyor. Onları üretenler, yazılımcılar, bilimciler genel olarak, işçi sınıfının, kolektif emeğin bir parçasıdırlar. Bahsettiğimiz yeni teknolojileri üretenlerin de işçi sınıfının bir parçası olduğunu görmemiz gerek. Bazıları, pazarlık güçlerini, kendi üretim araçlarını ellerinde tutabiliyorlar diye işçi sınıfının kenarında görülebiliyorlar. Ancak bu teknolojiler en nihayetinde alttaki mühendislerin ve bilim emekçilerinin ürünleri ve tartışmaları. Üreten onlar. Üretenler, kendi kaderlerini belirledikleri anda da bu senaryolar farklılaşabiliyor. Buna dair ipuçları, birkaç yıl içerisinde bile çıktı.

Yazılımcıların refleksleri de işçi refleksi hâline geliyor

Google’ın yapay zekâsını üreten mühendis ve yazılımcılar, direnç göstermeye başladı. Sendikalaştılar. Kadın yazılımcılar, kullanılan yapay zekânın ırkçı ve cinsiyetçi ayrımcılığı kuvvetlendirdiği için müdahil oldu. Dijital parlak dünyaya da “sınıf mücadelesi” bulaştı. Gerçekte hiç gitmemişti. Google, etik ekibinden bir yazılımcıyı işten attı. Çünkü, toplanılan bilgilerin etik dışı kullanıldığını iddia etmişti. Bunlar, “butik” dirençler gibi görünüyor. Aslında bir sınıf direnci bu. Bu direncin, sınıfın diğer kesimleriyle birleşmesi durumunda, kolektif işçinin kaderini değiştirebilecek potansiyeli var.

Google’da sendikalaşan işçiler karşısında yöneticilerin önce sendikalaşanları bölmeye çalışması, işten atmaya çalışması, işten atamayacağı durumlarda da uzlaşmaya çalışması kapitalist refleksin tipik örneklerini oluşturuyor. Bunun karşısında yazılımcıların refleksleri de işçi refleksi hâline geliyor.

Google’da çalışan bir yazılımcı, kargoda çalışan işçi, restoranda çalışan işçi, Hindistan’daki dağıtım işçisi, yapay zekânın testlerini çözen gölge işçiler, çağrı merkezinde çalışan işçi, bunların hiçbiri bir değiller. Şu anda doğrudan birbirleriyle bağlantılı da değiller. Ama yeri geldiğinde sınıfsal reflekslerini, dirençlerini gösteriyorlar. Sorun bunları birleştirmek oluyor. Bunlar birleştirildiğinde drone ya da yapay zekâ gibi işçi sınıfı üzerindeki baskı araçları ya da üretim araçları, işçi sınıfının kendi hareketinin amaçları doğrultusunda kullanılabilme potansiyeli görülecek. Ama bu potansiyeli görebilmek için de tartışmaya bu perspektifle yaklaşmak gerek.

Bir toplumsal hareket olduğunda, bu teknolojileri üreten sınıf bileşiminin sadece dayanışmakla kalacağı beklenmez, ki o bile iyi olur. Bu hareketlere kendi yetenekleriyle katılabilirler. Bazı verileri direnişçilere verebilirler, bazı uygulamaları direnişin çıkarları doğrultusunda kullanmaya başlayabilirler. Bu çok olası bir senaryo. İşçi sınıfındaki şu anki dağınık halinde, bu size çok ütopik geliyorsa çok kötü! Belleğiniz bir mevsimde, Haziran’da uyanmalı!

Bilinçli tüketiciden ziyade bilinçli işçi sınıfı olmak gerek

Büyük veri, Sanayi 4.0 tartışmaları içerisinde çok önemli bir yerde durmasının yanı sıra üretim sistemleri dışında da büyük bir sektör haline gelmiş durumda. Büyük verinin, verinin metalaşması ya da sermayeleşmesi süreci, yarattığı tartışmalar da önemli bir yerde duruyor. Bu noktada iki soru sormak istiyoruz:

– Büyüyen bu sektör, kapitalizmin güncel birikim dinamiğindeki tıkanıklığı aşmasında etkili olabilecek nitelikte mi? Cevabınız hayırsa bile bunu da krizin etkilerini törpüleme stratejisi olarak görebilir miyiz?

– Dijital emek tartışmaları, büyük verinin önemli bir sektör olarak tartışılmasından önce de kullanıcı emeğinin metalaşması üzerinden yürütülüyordu. Ancak bugün, neredeyse her hareketimizin verileştirilmesi ve bu verinin sermaye döngülerinin konusu haline gelmesi, çalışma saatlerimizin dışında da değer ürettiğimiz bir durumu yaratıyor. Günün her saatinin kapitalist tahakküm altında şekillendiği bir dönemde emeğin ücretli olmayan ama metalaşmış formlarından biri olan dijital emeğe nasıl yaklaşmak gerek? Dijital emeğin yaygınlaşması emek hareketinin bir gündemi olmalı mı?

Aslında birikimdeki tıkanıklıkları, gözenekleri kapama rolüne yukarda biraz değinmiştim. Satışı sağlamak için tüketici profillerini yakalamak, tüketicileri ayartmak amacıyla elektronik ticaret şirketlerinin yaptığı büyük yapay zekâ yatırımlarını, talan edilmiş verilere teklif ettikleri büyük fiyatları anlatmıştım. Krizin etkilerini törpülemeye belirli oranda yarasalar da üretimi büyük oranda artırmadıkları için ancak erteliyorlar. Belki değersizleşmeyi, bunalımın kaçınılmaz dibini öteliyorlar. Ama krize çare oluşturmuyorlar.

Dijital emek, çok farklı alanı kesen, heterojen bir terim. Ne kadar işlevsel bilemiyorum? Ama bu emeğin geniş yelpazesinden söz ederken, Foxconn gibi akıllı telefon parçaları üreten şirket işçilerinden, kobalt madenindeki işçilere, hatta yapay zekânın veri setlerini hazırlayan hayalet işçilere kadar farklı, heterojen kesimlerden bahsediyoruz; sendika.org‘daki derleme çeviriler bu yelpazeyi güzel betimliyorlar. Bu torba terimden daha dinamik kavramsal bir düzeneğe erişmeye ihtiyacımız var.

Belki sınıf oluşumu dinamikleri, direnç noktalarını birleştiren hareketler bu alanda bize ipucu verebilirler. Örneğin, benim kapitalizmin veri talancılığı dediğim Büyük Veri’nin üretimi, kullanılması, paylaşılması alanında sınıf ve üretim ilişkileri, belirli sorunlara sınıfsal yanıtlar ve sınıf dinamikleri konusunda bize yardımcı olabilirler. YZ uygulamalarını tasarlayan yazılımcıların hem de YZ algoritmalarının “eğitilmesi” için gerekli veri setlerini hazırlayan gölge işçilerin refleksleri bize ipuçlarını veriyor. Etik komitelerin bu sorunlara çözüm olmayacağını gösterdi bize bu refleksler. Liberallerin çözümünün, yani etik komite kurup verilerin hangisinin toplanıp hangisinin toplanmayacağının denetlenmesinin mümkün olmadığı görüldü. Google’ın etik komitesinden atılan yazılımcı da bunun göstergesi oldu.

ABD’deki işçiler, Zuckerberg’ün Kongre’de verdiği ifadede hangi verilerin nasıl kullanıldığını gördüler. İşçi sınıfının kendi elinde olmayan ama kendi elindeki araçlarla ürettiği verilerin bir üçüncü şahıs ya da kurum tarafından korunamayacağı, bu sorunun da ancak işçi sınıfının kendi kaderini kendisinin belirlemesiyle aşılacağı görülmüş oldu.

Gündelik yaşamımızda üretmek zorunda olduğumuz veriler var. Bu verilerin kullanılma hakkını, üretilme biçiminden kontrol edebiliriz. Verilerimizin ne kadarının hangi biçimde kullanılacağını herhangi bir etik komiteyle, onları boykot ederek ya da bununla alakalı yasal düzenlemelerle çözmek mümkün değil. Bu kapitalizmden bir çözüm beklemek demek. AB ülkelerinde olduğu gibi herhangi bir parlamento, daha iyi “veri koruma kanunu” çıkarsa bile şirketler o kanunların yanından dolaşarak verileri toplama yöntemini her hâlükârda geliştirecektir. Çünkü o veriye, satış ve yeni metalar üretmek için ihtiyacı var.

Bilinçli bir tüketici olabiliriz, veri boykotuna çeşitli şekillerde katılabiliriz. Ama bilinçli tüketiciden ziyade bilinçli işçi sınıfı olmak, kolektif işçi sınıfının bir parçası olduğunu fark etmek önemli. Tüketim kısmında da bilinçli olabiliriz ama bu henüz kapitalizme karşı bütünsel bir karşı koyuş değil. Küçük burjuva bir mücadele haline de dönebilir. Esas sorun, bu bireysel davranışlardan ziyade topluluğun hareketini değiştirecek ve verinin yeniden üretim yordamını değiştirecek bir mücadele hattının oluşturulması. Yeniden üretimden kastım, bireylerin yarattıkları verileri yeniden üretmek değil. Bireylerin yarattıkları verileri, kapitalist kâr mekanizması için kullanan algoritmalar ve üretken alanları ele alıp değiştirmek.

İçerik üreticileri hakkını istese…

Yazılım işçilerini örgütlemeden verilerin nasıl dolaşacağını, nasıl toplanacağını ya da toplanmayacağının kaderini eline alman mümkün değil. Diğer yaklaşımlar, sınıfın bağımsız siyaseti olamaz. En fazla liberal siyaset olabilir. En fazla geçici süreli sınırlandırmalar getirilebilir.

Bu yüzden odağımız, bireysel bir boykottan ziyade bu üretilen verilerin kimin ürettiğine, neden ürettiğine kaydırarak sınıfsal bir perspektiften bakmak olmalı gibi geliyor. Son dönemde daha da popüler olan, içerik üretenlerin emeğinin sömürüldüğüne dair tartışmaları doğru bulmuyorum. Üretilen içeriklerden kâr elde ediyorlar ama içerik üreticisinin aldığı bir keyif de var. Bu, doğrudan bir sömürü değil bana kalırsa. Çünkü bu tercihe bağlı bir şey. Burada en ileri gidebileceğimiz nokta, söz gelimi bir sosyal medya kanalının çok izleyeni var diye reklam alınıp para kazanılıyorsa yapılan küçük meta üretimidir. (Küçük meta üretimi kavramındaki “küçük”ün nicel olmadığını, burjuvanın ufağı olmadıklarını hatırlatayım.) Karşılıksız üretildiği belirtilen içerik her an meta gibi karşılıkla satılabilir. Sosyal medyadaki satıcılar, “influencer”lar artık yaygınlaşıyorlar.

Bu tartışmanın riskleri de var. Sömürü dediğimiz zaman, sömürünün anlamını da farklılaştırıyoruz. Bireylere, tüketicilere indirgiyoruz. Genişletilmiş yeniden üretim mekanizmasına yeterince sağlıklı şekilde bağlayamıyoruz.

Değer üretim sürecinden baktığımızda biraz daha makul bir yere oturtabiliyoruz. Meta üretimi var. Veriler toplanıyor. Sınıflandırılıyor ve bir yere satılıyor. Burada bir emek süreci var. Ve o verilerin içeriklerinin bir kullanım değeri var. Ancak bunların bile kapitalizmin sınırında tartışmalar olduğunu düşünüyorum. Odaklanmamız gereken kısmın bunun gibi birey odaklı yaklaşımlardan ziyade üretim ilişkileri içerisindeki konumlanışımıza bakmak.

Şöyle bir ek yapmak istiyorum. Kapitalizmin deforme biçimi, aslında reeldeki var oluşu, yani bu reel kapitalizm, üretici güçlerle olan krizi derinleştiriyor ve dünya genelinde de yeni üretim biçimi arayışlarına sebebiyet veriyor. Ama üretim ilişkileri, kendi başına da değişemez. O sınırlarla karşılaştığı sürece deforme olan ve sınıfı dejenere eden bir kapitalizm var. Bu sorunlara karşı bireysel çözüm arayışlarının bir parçası olarak gelişiyor bu tartışmalar. İçerik üretene seslenilmeye çalışılıyor. Hakkının istemesi gerektiği telkin ediliyor. İçerik üreticileri hakkını istese gelebileceği en üst nokta küçük meta üreticiliğidir. Toplumsal sistemi değiştirebilecek, sömürü mekanizmasını ortadan kaldırabilecek bir potansiyeli yok bunun. Sömürünün gerçekleştiği nokta, veriyi toplama aşamasında değil bütün veri toplama ve işleme mekanizmasının işletilmesinde gerçekleşiyor.

Devasa üretim tüketim döngüsünün bütün dünyayı ve her anımızı saran kolları

Büyük veri, gerçeği yansıtan bir kavram değil diye düşünüyorum. Ortadaki sanki nötr bir veri toplamı. Çok büyük nicelikte veriyi yığıp yığıp durduğumuz, masum bir toplam. Oysa bu verilerden değer çıkaran kapitalist üretim var. Yaptığı veri talanı, veri kazıcılığı. Gündelik yaşamımızdan veriler kazıp talan ediyor. Buna Data extractivism deniliyor, veri talanı ya da veri madenciliği diye çevrilebilir. Üretimin ve genişletilmiş üretimin sonucu olan, sadece makinelerden değil, sadece İnternet’ten değil yaşamın her yanından çıkan enformasyonun kendi çıkarları için toplayarak, talan ederek kendi üretim mekanizmasının kâr realizasyonu için kullanması. Maden talanına benzetmek gerek. Her yeri kazıp çıkardığını birilerine satarak dünyayı delik deşik etme faaliyetini andırdığı için bu benzetmeyi kullandım. Veride de aynı şey geçerli. Tam anlamıyla bir talan var. Verinin her yanı kötü değil. Sağlık verilerinin toparlanması gerekiyor örneğin. Navigasyonda kullanıcıdan toplanan veri, sızdırılma sayılacaksa çoğu kişi sızdırılmasını istiyor. Çünkü üretimi ve yeniden üretimi planlama açısından işlevsellik de sunulabiliyor. İstihbarat gibi ideolojik yanı ağır basan veriler de var.

Marx 1857’de tuttuğu notlarda, Grundrisse’de bilim ve teknolojinin kapitalistleşmesine dair ipuçları veriyor. Bütün bilimlerin üretimin ihtiyaçlarına seferber olduğundan bahsediyor Marx. Doğadaki her şeyi araştırıp yeni metalar, yeni teknikler, yeni üretim süreçleri üretmek için doğa bilimlerinden yararlanıldığını söylüyor. Böylelikle doğa bilimleri dahil bilim üretiminin bir kapitalist sektör, meslek haline gelmeye başladığını ima ediyor.

Genel zekâyı tarif ederken de genel toplumsal bilginin ne dereceye kadar dolaysız bir üretici güç olduğu, “genel toplumsal bilginin ne dereceye kadar dolaysız bir üretici güç haline geldiğini ve dolayısıyla toplumsal yaşam sürecinin koşullarının ne dereceye kadar genel zekanın kontrolü altına girmiş olduğunu” yazıyor.

Bugüne uyarlarsak, bu makineler kendileri arasında enformasyon kurmaya başladı. O enformasyon, bilgiye dönüştü. Sonra o bilgiyi dışarıdan da ve giderek bizden de toplamaya başladılar. Genişletilmiş toplumsal üretimin her alanındaki makineler, sadece fabrikalardan değil, bilgisayarlardan, saatlerden, telefonlardan her alandaki bilgiyi, üretim ve tüketim döngüsü için toplamaya başladılar. Vardığımız sonuç da birkaç cümle sonra söylediği. Toplumun üretici güçlerinin salt bilgi biçiminin ötesinde ne dereceye kadar toplumsal pratiğin, yani gündelik yaşamın, maddi yaşam sürecinin dolaysız organları haline gelmiş olmasıdır. Yani bizim her birimizin gündelik yaşamındaki bilgiler, veriler, sadece kredi kartı harcamalarımız, neyi tercih ettiğimiz, hangi yoldan gittiğimiz değil, büyük verinin topladığı her şey aslında toplumsal yaşamın bilgileridir. Devasa üretim tüketim döngüsünün bütün dünyayı ve her anımızı saran kollarıdır. Büyük veri sanki bunun tanımı. Ama kapitalizmde ortaya çıkınca büyük veri, bir veri talanına dönüşüyor.

Burada kritik nokta şu. “Bu veriler hiç toplanmasın” dendiğinde yaşamın yeniden üretim sürecinde de kullanılacak verileri bırakmış oluyoruz. Oysa bunları üretimin yeniden örgütlenmesinde kullanmak zorundayız. Evet! Ekolojinin sağaltılmasını gözeten üretimde de kullanmak zorundayız. Bu verilerin kullanacağımız kısmının nasıl belirleneceği de ayrı sorun. Bu bir etik komiteden ziyade bu verileri üretenlerle birlikte belirlemekle mümkün olur. Canlı emek, kendi kaderini eline aldığında kapitalizmin o boyunduruğunu ortadan kaldırabilecek. Üretimi de yeniden üretimi de kendine göre örgütleyecek.

Başka bir toplumsal yeniden üretim üzerine düşünmek

Katkılarınız için teşekkür ederiz. Bitirirken cevap değil de soru alalım. Tartışmayı hangi perspektifte derinleştirmek sınıf mücadelesinin stratejik bir tartışması haline getirmeye yardımcı olur? Hangi sorulara cevap aramak bugün emek hareketinin görevleri haline gelmiştir?

İşçi sınıfının kendisi, heterojen yapıda. Bu heterojenliğin nasıl birleştirileceği ve sınıfın kurtuluşunun nasıl kendi eseri olacağı sorusu hâlâ önümüzde duran büyük sorun. Bu eserden kasıt şu. Dijital teknolojilerden, kurye ve lojistiğe, taşeron işçiliğe kadar geniş işçi sınıfı, kolektif emeği oluşturuyor. Bunların kendi yordamları ve mücadeleleri içinde birleşmeleri, sadece dirençlerini değil, üretici emeklerini de yeni bir yordamla, bu mücadeleye sunmalarını gerektiriyor. (Üretimin yanında ataerkil yeniden üretim ilişkilerini yıkacak olan da kadınlar; elbette ki işçi sınıfıyla birlikte düşünülmeli.) Yapay zekâ bizi nasıl değiştirecekten öte, onu üreten bilim emekçilerinin, diğer emekçilerle birlikte alternatif üretimini planladıkları başka bir toplumsal yeniden üretimi nasıl düşünebiliriz sorusu çok ama çok önemli diye düşünüyorum.

Kışkırtıcı sorular ise şöyle olabilir: Dijital emeği tasnife yoğunlaşmak mı, yoksa yapay zekâ, enformasyon ve veri teknolojilerinin nasıl bir alternatif üretim yordamı yaratabileceği üzerine düşünmek mi? İkincisinde, sınıf oluşumunu, ayrışımını belirleyen bir dinamik saklı olabilir mi?

Son olarak ise, derin öğrenme ve veri talanı, toplumu manipüle ederken, bunu tersine çevirmek nasıl bir kurucu güç, üretici güçlerin nasıl bir birleşmesi ile olanaklıdır? Bu birlik, kendini ve üretimi yönetirken, kendi ürettiği bu araçlarda doğrudan demokrasinin yeni olanaklarını bulabilir mi? Böylelikle, “hakikat sonrası” gibi komplolarla kitleleri yalıtıp güçsüzleştiren akımlara karşı hegemonya kurarak, yeni bir Sovyet demokrasisinin olanaklarını da mı yaratacaktır? Bu kolektif emekçinin özgüçlenmesi, emekçiden ve kadından yana yeni bir aydınlanma olabilir mi?

[1]    https://www.youtube.com/watch?v=VtvjbmoDx-I

Sendika.Org'a Patreon'dan destek ol