Editörden

Sendika.org e-dergi’nin 10. sayısı dijital teknolojileri konu alıyor. E-dergi’de yer alan yazılar, dijital teknolojilere ve bu teknolojilerin hem şimdi hem de gelecekte toplumsal yaşama dahil olma sürecine nereden bakmamız gerektiğini, ne kadar uzağı görebileceğimizi ve nereden öğrenebileceğimizi farklı veçheleri ile tartışıyorlar.

Sendika.Org Dergi 03 Temmuz 2021 Özel Sayı 2

2001 yılında sendika.org’u kurduğumuzda internet dünya çapında yeni yaygınlaşıyordu. Piyasa ekonomisinin gerekleri üzerine yapılanmış, kâra ve dolayısıyla daha fazla kâr için rekabete dayalı, büyük gelir kalemini reklamların oluşturduğu batılı liberal medya sisteminin, kapitalist toplumsal ilişkilerin sürdürülmesi açısından üstlendiği ideolojik rolün bilincinde olarak internetin sunduğu olanakları gösterilmeyeni göstermek, yapılmayanı yapmak ve her şeyin öresinde bilindik kalıpların tuzağından kurtulmak üzere kullanmayı amaçlayarak kurduğumuz site, bu yıl 20. yaşını kutladı. Bu yirmi yıl içerisinde Egemen medya sistemi, nesnellik, tarafsızlık, dengelilik gibi kendi sunduğu vaatleri bile taşıyamaz hale gelirken, sadece Türkiye’de değil tüm dünyada ciddi bir güvenilirlik krizi yaratarak kendi kendisini yok etme noktasına geldi. 20 yıl içerisinde sendika.org’un 63 kez engellenmesi, 64 kez yeniden açılması, sendika.org gönüllülerinin karşılaştığı polisiye baskılar, bürolarımızın defalarca basılması, demokratik bir ülkede yaşamadığımızın birer göstergesi olmak yanında dijital teknolojileri kullanarak yapılan bir yayıncılığın eleştirel gücünü, toplumsal mücadeledeki önemini ispatlaması bakımından da kayda değer görülmelidir.

sendika.org’da yaşadığımız deneyim ve başından itibaren yapageldiğimiz tartışmalar, sadece yayıncılık alanında değil toplumsal yaşamın her alanında dijital teknolojiler dolayımıyla yaşanan dönüşümü anlamak konusunda bizi hep zorladı. Devrim niteliğinde olduğu, toplumun, ekonominin, kültürün ve politikanın “yeni” biçimini yarattığı iddia edilen ve 21. yüzyıl insanının “yeni zamanlar”da yaşamasının temeline yerleştirilerek “yeni ekonomik, toplumsal ve kültürel bütünlüğün” çözümlenmesinde “insan etkinliğinin tüm alanlarına yayılma özelliği nedeniyle” başlangıç noktası olarak alınan dijital teknolojiler, genelde de teknoloji konusunda eleştirel mesafemizi koruyarak anlama çabamızı sürdürdük.

Dijital teknolojiler başlığı altında toplayabileceğimiz teknolojik yenilikler, özellikle 1990’larda bilgisayarların ve internetin gündelik yaşama dahil olmasıyla dikkat çekmeye başlamış olsa da tarihsel olarak İkinci Dünya Savaşı sırasında yapılan buluşlara dayanmakta. Kapitalizmin refah ve kesintisiz büyüme vaadinin sonunu işaretleyen 1970’lerden itibaren de önce ütopik diye adlandırabileceğimiz kuramlar, sonra da bunlardan yola çıkarak oluşturulan uluslararası politika belgeleriyle insanlığın varoluşunun en derin dönüşümlerinden birinden geçmekte olduğuna dair bir iddialar dizisinin temeline yerleştirilmekte. İddialar dizisi dememizin nedeni ise çok açık: Bugünden geriye doğru baktığımızda 1970’lerin sanayi sonrası toplum tezlerinden, günümüzün sanayi 4.0’ına gelene dek neredeyse her 10 yılda bir sanki birbirinden farklıymış gibi sunulan ancak temelde dijitalleşmeye bağlı olarak artan hesaplama kapasitesi üzerinde gerçekleştirilen tamamlayıcı yenilikler -yani bilgisayar, internet, robotlar ya da yapay zekâ-, toplumsal üretimin tüm maddi temelini ve buna bağlı olarak da tüm toplumsal ilişkiler sistemini değiştireceği tezlerine konu oluyorlar.

Elbette dijital teknolojiler alanında yaşanan gelişmeleri, bu teknolojilerin toplumsal ve ekonomik hayatın geniş alanlarında taşıdıkları önemi ve dünya çapında büyük bir hızla yayılıyor olduklarını yadsımak olanaksız. Ancak bu teknolojilerin varlığının bir toplumsal ilişkiler sistemi olarak kapitalizmin topyekûn dönüşümüne neden olduğuna dair teknolojik belirlenimci tezleri de kabul etmek olanaklı görünmüyor. Bu, teknolojiyi tüm toplumsal dönüşümlerin merkezine yerleştiren tezlerin iyimser ve kötümser biçimleri karşısında, yaşadığımız toplumsal gerçekliğin olup bitmiş bir geçmiş denli, toplumsal mücadeleler ile şekillenecek bir geleceği içinde taşıyor olduğunun bilinciyle anlama, öğrenme, itiraz etme ve direnme yani kısacası eşitlik ve özgürlük mücadelesini sürdürme çabamızdan vazgeçmiyoruz.

Sendika.org e-dergi’nin 10. sayısı tam da bu nedenle dijital teknolojileri konu alıyor. E-dergi’de yer alan yazılar, dijital teknolojilere ve bu teknolojilerin hem şimdi hem de gelecekte toplumsal yaşama dahil olma sürecine nereden bakmamız gerektiğini, ne kadar uzağı görebileceğimizi ve nereden öğrenebileceğimizi farklı veçheleri ile tartışıyorlar.

Tartışmaların kesişim noktasında dijital teknolojilerin de emek ürünü olduğu vurgusu var. Bu vurgu insan emeğiyle yaratılmış olan dijital teknolojilerin toplumsal yaşamın tüm alanlarında nasıl ve neden yayıldığını sormayı sağlıyor. Bu soruyu sadece sormak bile dijital teknolojilerin tarihsel sürecin gerçek bir aktörü,  “insan dışı” bir karar alıcısı olmadığını, tarihi gerçek insanların ve onların mücadelelerinin şekillendirdiğini, dijital teknolojilerin yarattığı olanakların içinde yaşadığımız şimdide doğrudan kapitalizmin sürdürülebilirliği için kullanıldığını ortaya koyuyor. Sanayi 4.0, yapay zekâ, büyük veri ve emeğin geleceği başlıklı ilk yazı, Tankut Serttaş’ın Özgür Narin ile gerçekleştirdiği bir söyleşiyi içeriyor. Özgür Narin, dijital teknolojilerin tarihini ve bu teknolojiler temelinde üretilen ideolojik söylemi çözümleyerek başladığı söyleşide, tarihin tek öznesinin kapitalistler olmadığını hatırlatarak dijital teknolojiler temelinde ortaya atılan ve çoktan ıskartaya çıkartılan vaatleri, aşınan söylemleri ortaya koyuyor; giderek daha görünür hale gelen direnç noktalarını, “üretenler kendi kaderlerini belirledikleri anda” farklılaşabilecek senaryoları vurguluyor. En önemlisi de bütünlüklü bir bakışla ve kapitalizmin yarattığı ekolojik yıkımı da sorunsallaştırarak, bu direnç noktalarını birleştirebilmenin yolunu, kendi sözleriyle “yapay zekâyı, onu üreten emekçilerle nasıl” buluşturulacağını soruyor.

Bu direnç noktalarını küresel düzeyde birleştirebilmenin yolu öncelikle onları doğru okuyabilmek, sınıf karakterlerini açığa çıkartabilmek ve kesişim noktalarında yeni örgütlenme ve eylem biçimlerini tasarlayabilmekten geçiyor. Yani kısacası dijital teknolojileri “dünya tarihinin en büyük, en geniş çaplı ve yerkürenin tümünü içine alan” bir proleterleştirme hareketi için işe koşan kapitalizme karşı aynı teknolojilerin yarattığı olanakları bilinçle işe koşan bir mücadele gerekiyor. Neoliberalizm sonrası işçi sınıfı üzerine notlar başlıklı yazısında Ferda Koç, toplumsal yaşamın dijitalleştirilmesini, kapitalizmin geniş çaplı ve saldırgan proleterleştirme ve metalaştırma sürecinin hem bileşeni hem de sonucu olarak ele aldığı yazısında bu sürece eşlik eden değişikliklere odaklanıyor. Yaşanan değişikliklerin işçi sınıfının “ortamını” değiştirdiğini ve dijitalleştirmenin üretim, sömürü, bağımlılık, toplumsal egemenlik ilişkilerindeki karşılıklarının, proleterleştirmenin tanımladığı bu ortam ile bağlantısını tanımlıyor. Tüm bu süreci, işçi sınıfının geleneksel mücadele araç ve yöntemlerini içererek aşan bir pratik içerisinde kavramak zorunluluğunu ortaya koyuyor.

Dijital teknolojilerin hem sonucu hem de bileşeni olduğu bu proleterleştirme sürecinin günümüzdeki en önemli görünümlerinden birisi platform ekonomileri. Gündelik yaşamı kolaylaştırma iddiasıyla ortaya çıkan elektronik alışveriş ve yemek dağıtım platformlarından, Uber ve Airbnb’ye dek tüm platformlar tekelleşme tartışmaları yanında yeni bir işçileştirme ve emeğin güvencesizleştirilmesi tartışmalarının merkezinde yer alıyor. Can Kaya, Eski iş, yeni güvencesizlik: Dijital emek platformları başlıklı yazıda platform ekonomilerini, bu yeni istihdam biçimine karşı dünyanın çeşitli yerlerinde açığa çıkan örgütlenme formlarını ve geleneksel sendikaların bu konudaki reflekslerini ele alıyor.

Metalaştırmanın genelleşmesi, doğanın olduğu denli toplumsal ilişkiselliklerin duygulanımsal olanlar da dahil olmak üzere tüm boyutlarının metalaşması olarak kendisini gösteriyor. Geleneksel üretim süreçleri dışında izini sürmemiz gereken bu yeni meta formu, sermayenin belirlediği algoritmaların hammaddesine dönüşerek hem üretimin var olan risklerini en aza indiriyor hem de giderek ekonomik yönetim ve politik karar alma süreçlerini tamamen teknikleştirerek, varsayılan yurttaş katılımının dışına taşınmasına neden oluyor. İzlem Gözükeleş, Akıllı şehirler başlıklı yazısında şirketlerin tasarladığı ve yönetiminden yurttaşların dışlandığı akıllı şehir konseptini, bu konsepte dönük eleştirileri ve dijital teknolojilerin olanaklarının şehrin temel sorunlarını çözecek biçimde kullanılmasını hedefleyen alternatif akıllı şehir tasarımlarını ele alıyor. Kapsamlı ve titiz çalışması akıllı şehirleri bütün boyutları ve örnekleri ile ele alırken, aynı zamanda da teknolojik egemenlik düşüncesini tartışmaya açıyor ve internetin ortaya çıkışından bu yana daha çok iletişim hakkı ve ifade özgürlüğüyle ilişkilendirilen dijital teknolojilerin artık sağlık, eğitim, su, enerji gibi tüm hak mücadelelerinin ortak noktası haline geldiğini vurguluyor.

Teknolojik egemenlik, bugün akıllı şehirlerde, gelecekte ise küresel düzeyde ekonomik yönetiminin ve politik kararların şirketlere bırakılmaması için verilecek bir mücadelenin en önemli başlıklarından birisi olarak karşımıza çıkıyor. Elbette bu mücadele aynı zamanda bir ya da birkaç şirketin dijital altyapının kontrolünü ele geçirmesini önleme hedefiyle de verilmeli. Bu noktada yazılım ve yazılım kodları, dolayısıyla da özgür yazılım mücadelesi önem kazanıyor. Yazılımların kaynak koduna erişim ve onu yeni ihtiyaçlara göre yeniden üretebilme hakkı özgür yazılım mücadelesinin konusu. Neredeyse 40 yıldır var olan özgür yazılım mücadelesinin vardığı nokta, Tahir Emre Kalaycı’nın Özgür Yazılım: Kendi başına amaç mı? başlıklı yazısında tartışılıyor. Tahir Emre Kalaycı, özgür yazılım mücadelesinin geldiği noktanın, olması gerektiği noktanın uzağında olduğunu vurguladığı yazısında Özgür Yazılım hareketinin potansiyellerini ve bu potansiyelleri daha dayanışmacı ve paylaşımcı bir geleceği kurabilmek için hayata geçirmek gerekliliğini vurguluyor. Diyar Saraçoğlu ve Ozan Cırık’ın genç bir örgütlenme olan Özgür Yazılım Derneği ile yaptığı “Bu bir yazılım değil özgürlük vaadidir” başlıklı söyleşide de hem yazılım temelli oluşturulacak direnç noktaları vurgulanıyor hem de örgütlü çabaların tam olarak istedikleri ölçüde olmasa da mutlaka varlığı ve eylemleriyle bir alanı özgürleştireceğine dikkat çekiliyor.

Dijital teknolojiler mevzusunun bir ucunda da elbette internet iletişimi ve sosyal medya platformları var. Sosyal medya platformlarının, olağanüstü finansal büyüklükleri ve gündelik yaşamdaki yaygınlıkları özel bir önem atfedilmesini gerektiriyor. Kullanıcının ürettiği içeriğe ve reklama dayanan bu platformların ürettiği değerin kaynağının ne olduğu konusunda yükselen tartışmalar ve varılan sonuçlar son zamanlarda geniş bir literatür oluşturdu. E. Ahmet Tonak’ın Dijital sektör artık değer üretir mi? Facebook örneği başlıklı yazısı Facebook’un Marx’ın artı değer ve kâr teorisi temelinde bir analizini içeriyor. Emek-değer teorisinin sadece Facebook değil, tüm diğer dijital şirketlerin etkinliklerini çözümlemek için başvurulacak kuramsal çerçeveyi sağladığını ispatlıyor. İngilizce olarak kaleme alınan yazı, Aylin Aydoğan tarafından çevrildi ve E. Ahmet Tonak tarafından gözden geçirilerek yeni veriler ışığında güncellendi.

Sosyal medya platformları günümüzde bütün iletişim türlerini yakınsayarak daha önceden her birisi farklı maddi temeller üzerinde yükselen gazete, televizyon, radyo, telefon, posta ve hatta insanların yüz yüze iletişimlerinin yerine sosyal medya iletişimini ikame ediyor. Bu platformlar bir yandan kapitalist ekonomiyi genişleten ve onun bilgisini taşırken gereksindiği yeni iktidar yapılarının da üretilmesini sağlayan iletişim alanları, diğer yandan da üretimin toplumsal ilişkilerini kuran ya da başka bir deyişle verili toplumsal ilişkilerin içerisinde yaşayan insanların dünyayı anlama ve anlamlandırma süreçlerinde gereksinim duydukları enformasyonun taşıyıcıları. Elbette bu özellikleri nedeniyle ifade özgürlüğü, iletişim özgürlüğü tartışmaları yanında mahremiyet, gözetim tartışmalarının da odağına yerleşiyorlar. Emre Tansu Keten, TikTok nereye düşer başlıklı yazısında diğer sosyal medya platformlarından çok da farkı olmayan ama algoritmik yapısı, kullanım kolaylığı ve bir akım haline gelmesiyle sadece Türkiye’de değil tüm dünyada işçi sınıfının kendisini ifade ortamına dönüşen TikTok’un nasıl bir toplumsal dönüşümün sonucu olduğunu, bu toplumsal dönüşümün potansiyellerini tartışıyor. Daha önce sıkça başvurulan sanal alan ve gerçek yaşam arasındaki sınırların hızlıca eridiği günümüzde siyasal iletişimin sosyal medya üzerinde sürdüğünü ve bu siyasal alanın boş bırakılamayacağını hatırlatıyor.

İnternet ve sosyal medyanın hem kişisel olarak kendini ifade etmek, hem de daha önceki zamanların egemen iletişim ortamında temsil edilmeyenlere temsil olanağı sunması, aynı zamanda bu mecraları bir eylemlilik alanına dönüştürüyor. Tuğçe Oklay, Dünden bugüne sanaktivizm ve net art başlıklı yazısında, 1970’lerde video kameraların yaygınlaşması ile birlikte egemen medya ve onun sunduğu tek boyutlu dünya görüşü eleştirisi olarak ortaya çıkan sanaktivizm akımının dijital teknolojilerle buluşmasını ele alıyor. Sanat ve aktivizm kelimelerinin birleştirilmesiyle adlandırılan bu alanda farklı hedeflerle üretim yapan sanatçı ve kolektiflerin ürünlerinin ele alındığı yazı, tam da bu yeni alanda siyaseten var olmaya, yani siyasi eylemlere yepyeni bir ufuk ve ilham verecek örnekler içeriyor.

Kuşkusuz dijital teknolojilerin yarattığı değişiklikler sınırlı ve parçalanmış bölümler olarak değil ancak bir bütünün parçaları olarak algılanabilir. e-dergi’deki yazılar bu bütünlüğün bir kısmını tartışmaya açmakta. Dijital teknolojiler dolayımıyla yaşanan değişiklikler bütününün başka boyutları da var ve kavranmaya, bilinmeye muhtaçlar ve unutulmamalı ki değişim bütün hızıyla sürerken birdenbire en düşük düzeyine inebilen bir süreç ve içinde bulunan öznelerin her hareketi ile değişimin varacağı yere dair olasılıklar artar ya da eksilir.

Sendika.Org'a Patreon'dan destek ol