Türkiye’yi Suriye’den Libya’ya, Doğu Akdeniz’den Kafkasya’ya dört yanda, çok şey kaybedebileceği masalara oturtan bu dış politika düsturunun orta ve uzun vadede Türkiye’ye yıkıcı etkilerde bulunacağı aşikâr. Ancak AKP iktidarının, ABD’ye ve NATO ittifakına göz kırparak “Rusya’ya karşı her cephede savaş” mottosuna sarılmasının kısa vadede de büyük sorunlara yol açması muhtemel gözüküyor
Libya’dan Azerbaycan’a, Yunanistan’dan Suriye’ye, Doğu Akdeniz’den Irak’a “bizim olmadığımız masa yok” (!)
Tırnak içindeki cümle, Türkiye’nin hemen her dış müdahale girişimi sonrası Twitter’da paylaşılan, iktidarın hamaset rüzgarlarından etkilendiği bariz, meşhur bir diyalogdan.
Saray-AKP iktidarı içeride sıkıştıkça fetihçi, yayılmacı ve hamaset yüklü dış politika düsturundan hareketle artık hemen her hafta bir cephede bayrağı yükseltiyor. İçeriye verilen mesaj ise bu karikatürize diyalogda olduğu gibi: “Bizim olmadığımız masa yok.”
Pandemi koşulları, artan ekonomik kriz ve eşitsizlik nedeniyle iktidar, içeride ve dışarıda çatışmayı büyütse de arzu ettiği havayı yaratamıyor.
Son olarak Azerbaycan ve Ermenistan arasında Dağlık Karabağ’da yaşanan çatışmalar üzerinden kamuoyunu yeni bir “milli dava” etrafında seferber etmeye çalışan Saray-AKP iktidarı, Bakü’ye askeri destek verdiği gibi Libya’dan sonra bu bölgeye de emrindeki Suriyeli cihatçıları sevk etti. Yazıda, bu savaş derinlemesine incelenmeyecek ama daha çok su kaldıracağı bariz bu krizle birlikte bir cephede daha Rusya ile karşı karşıya gelinmiş olduğunun altını çizmekte fayda var.
Doğu Akdeniz krizi üzerinden Yunanistan’la karşı karşıya geliş ABD-NATO duvarına çarparken, Libya’daki kriz de emperyalist merkezlerin müdahalesiyle diplomasi yoluna evrildi.
Saray-AKP iktidarı, Trablus merkezli Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH) ile Tobruk merkezli Temsilciler Meclisi arasında arabuluculuğa soyunan ve taraflar arasında ateşkes sağlama girişimi 21 Ağustos’ta başarıya ulaşan Mısır’ın Libya krizindeki rolünü kabul etmek zorunda kaldı.
Üstelik AKP, krizin taraflarından Trablus hükümetine de kriz içinde kriz bahşetti. Trablus’ta yaşanan iktidar çatışmasında Erdoğan’ın “aziz kardeşim” dediği Başbakan Fayiz es-Serrac ile Libya’da yakın çalıştığı isimlerin başında gelen İçişleri Bakanı Fethi Başağa karşı karşıya geldi. Taraflar arasındaki gerilim, 28 Ağustos’ta Başağa’nın görevden alınmasıyla tırmandı. Fethi Başağa’nın “olası darbe girişimine karşı” alındığı öne sürülen bu kararın, Başağa Ankara’da bulunduğu sırada açıklanması ise AKP’ye yönelik bir mesajdı.
Ankara’dan Trablus’a döndüğü gün büyük bir askeri-sivil konvoyla gövde gösterisi yapan Başağa, yüksek ihtimalle AKP’nin de devreye girmesiyle 3 Eylül’de göreve iade edildi. 16 Eylül’de ise Es-Serrac, ekim ayı sonunda görevi bırakacağını açıklayarak UMH içindeki çatlağın derinleşeceği sinyalini verdi.
Beri yanda, Körfez monarşileri ile İsrail arasında “normalleşme” furyası yaşanırken, Arap ülkelerinde Türkiye karşıtlığının tırmanması tesadüf değil. Saray-AKP iktidarının Libya, Suriye ve Irak’taki askeri müdahaleleri, bu furyada başı çeken Suudi Arabistan, BAE ve Mısır’ın elini fazlasıyla kolaylaştırıyor.
Gelinen noktada, “Arap dünyasının kalbi” Mısır, bu üç ülkede ve ek olarak Doğu Akdeniz’de “Erdoğan’ın yeni-Osmanlıcı yayılmacılığı”na karşı Arapları aynı safta buluşturmaya çalışıyor.
Kahire yönetimi, Türkiye’nin Irak’ta 15 Haziran’dan bu yana gerçekleştirdiği operasyonlar nedeniyle Bağdat’a diplomatik ve siyasi destek verirken, Suriye’nin Arap Birliği’ne geri dönmesi için çabalarını sıklaştırdı. Libya’da ise “Sirte ve Cufra kırmızı çizgimizdir” diyerek askeri müdahale sinyali vermiş, Rusya’da aynı hattı fiilen kırmızı çizgi ilan etmiş, bu da TSK destekli Trablus güçlerinin operasyon girişiminin engellenmesinde etkili olmuştu.
Doğu Akdeniz krizinde de Türkiye’ye karşı açık pozisyon alan Mısır, Yunanistan’la 6 Ağustos’ta imzaladığı deniz yetki alanlarını belirleyen anlaşma ile Tayyip Erdoğan’ı üzdü.
Mısır ayrıca, Irak ve Ürdün’le üç alanda (güvenlik, diplomasi ve ekonomi) ortak bir cephe oluşturmak için 25 Ağustos’ta Amman’da bir zirve gerçekleştirdi. Katar destekli “Yeni Körfez” gazetesi 17 Eylül tarihli haberinde, diplomatik ve askeri yetkililerden oluşan Suriyeli bir heyetin, Kahire’de Mısırlı yetkililerle bir araya geldiğini yazdı.
Oluşan bu tablodan hareketle, 18 Eylül’de Erdoğan’ın uzun süredir diplomatik ilişkilerin koparıldığı Mısır’a yönelik “İstihbarat noktasında görüşmeler her an yapılabilir” sözleri çok geç kalmış ve sahadaki durumu kurtarmak adına umut vaat etmeyen bir çıkış olarak kayda geçiyor.
Nitekim son günlerde gerilim odakları başka bölgelere kaysa da Ağustos ayının ortalarından itibaren İdlip kazanı da hafiften kaynamaya başladı.
17 ve 25 Ağustos’ta Rus-Türk ortak devriyelerine, 29 Ağustos ve 6 Eylül’de ise doğrudan bölgedeki TSK birliklerine yönelik cihatçı saldırıları gerçekleşti. Ortak devriyelere yönelik saldırıları “Hattab el-Şişani Tugayları” adlı örgüt üstlenirken, TSK’ye yönelik saldırıları üstlenen olmadığı gibi Milli Savunma Bakanlığı da faillere ilişkin net bir açıklama yapmaktan kaçındı. 29 Ağustos’taki saldırıda cihatçılar, Cisr eş-Şuğur yakınlarındaki TSK üssüne bombalı araç eşliğinde saldırı gerçekleştirdi. Saldırı sonucu ikisi ağır olmak üzere 15 yaralı asker Hatay Bölge Hastanesi’ne götürüldü ancak bu saldırıya ilişkin resmi açıklama yapılmadı. 6 Eylül’de ise Eriha yakınlarında askerlere ateş açıldı, bir asker yaşamını yitirdi. Bakanlık bu defa “teröristlerce yapılan silahlı saldırı” demekle yetindi.
Aslında müneccimliğe gerek yok; İdlip’i büyük oranda kontrol eden Heyet-i Tahrir’uş Şam’dan ayrılan “El-Kaide’ye sadık komutanlar”ın kurduğu Hurras ed-Din (Dinin Muhafızları) daha önce TSK’yi hedef alan saldırılar düzenlemişti.
Her ne kadar Soçi Mutabakatı kapsamında TSK’nin İdlip ve çevresinde 12 gözlem noktası kurmasına izin verilse de gelinen noktada bu sayı 60’ı geçmiş durumda ve 5 Mart 2020’de varılan Türk-Rus mutabakatıyla sağlanan sükûnet ortamı da artık yok.
Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, 7 Eylül’deki Şam ziyaretinde “Terör yuvaları tamamıyla yok edilecek” diyerek İdlip’i işaret etti. İki gün sonra Lazkiye ve İdlip kırsalına hava saldırıları başlatan Rusların bu hamlesi, önümüzdeki günlerde başlaması muhtemel kara operasyonun da habercisi. Nitekim bu sefer de tek hedef cihatçılar olmayacak gibi görünüyor.
16 Eylül’de Rus ve Türk askeri yetkililerle yapılan görüşmelerde Türkiye, Suriye ordusunun kontrolündeki bölgelerde bulunan gözlem noktalarını çekmeyi reddetti. Aynı gün söz konusu gözlem noktalarının çevresi, Şam yönetimini destekleyen sivillerin protestolarına sahne olurken, Rus savaş uçakları da Türkiye sınırına yakın bölgeler dahil olmak üzere İdlip’teki cihatçı mevzilerini vurdu. Bu, çatışmada yeni bir merhaleye geçildiğinin de göstergesi. Moskova ikili ve üçlü anlaşmalardaki “Suriye’nin egemenliği ve toprak bütünlüğü” ifadelerini sürekli vurgulasa da Şam, Türkiye’nin bölgede varlığının kalıcılaşmasından çekiniyor. Dolayısıyla gözlem noktalarının hedef alındığı protestolar, Şam’ın “işgalci” olarak nitelediği TSK’ye karşı geniş çaplı bir hamleye girişebileceğinin de habercisi.
İktidar, “Suriye’nin topraklarında gözümüz yok” dese de sıranın Afrin, Azez-Bab-Cerablus ve Fırat’ın doğusuna geleceğini bilerek İdlip’i tutmaya çalışıyor. Ancak Erdoğan’ın İdlip’te çatışmaların sürdüğü şubat ayında “Rejime ve onu cesaretlendirenlere İdlip’i bırakmayacağız” sözünden yalnızca 9 gün sonra gerçekleşen, 33 askerin yaşamını yitirdiği Rus hava saldırısı hafızalarda hala taze. Bu olay bile tek başına ne hamasi ve şoven çıkışların ne de savaş çığırtkanlığının ülkemize bir faydası olduğunun en açık göstergesi.
Evet, dört başı mamur bir dış politikanız olmayıp, içeride artarak çoğalan krizleriniz olsa da ABD-NATO karşısında hizaya gelerek iktidarda kalmaya çalışabilirsiniz.
Saray-AKP iktidarının, son dönemde her uluslararası gerilimde Rusya ile mesafeli NATO çizgisi ile yakın bir görüntü vermesi, ABD’nin Fırat’ın doğusundaki faaliyetlerine bile ses çıkarmaması buna işaret ediyor. ABD, Barzani destekli Suriye Kürt Ulusal Konseyi (ENKS) ile PYD arasında bir uzlaşı yarattı. ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey’in 21 Eylül’de bölgedeki temasları sonrası PYD, Rojava özerk yönetimindeki sandalyeleri ENKS ile paylaşacağını açıkladı ve Türkiye’nin Fırat’ın doğusuna artık operasyon yapmayacağı konusunda Jeffrey’in taahhüt verdiğini söyledi.
Türkiye’yi Suriye’den Libya’ya, Doğu Akdeniz’den Kafkasya’ya dört yanda, çok şey kaybedebileceği masalara oturtan bu dış politika düsturunun orta ve uzun vadede Türkiye’ye yıkıcı etkilerde bulunacağı aşikâr. Ancak AKP iktidarının, ABD’ye ve NATO ittifakına göz kırparak “Rusya’ya karşı her cephede savaş” mottosuna sarılmasının kısa vadede de büyük sorunlara yol açması muhtemel gözüküyor.