Direniş sandığımızdan çıkardığımız acil eylem planımız ile mahallede, sokakta, işyerinde, Zoom'da, evlerde, nerede isek orada örgütleneceğiz. Taleplerimiz net: Gerekli tedbirler alınarak kreşlerin ve okulların açılması, bakım emeğinin kamusallaştırılması, sığınma evlerinin nüfusa oranla sayısının artırılması, tüm kamu kurumlarında ve işyerlerinde toplumsal cinsiyet eğitimlerinin zorunlu hale gelmesi, her eve tablet/bilgisayar ve ücretsiz internetin sağlanması, parasız, kamusal eğitim ve parasız sağlık, erkek şiddetine karşı önleyici ve koruyucu tedbirlerin alınması, etkin soruşturma yürütülmesi…
Pandeminin gölgesinde sonbahara girerken hayatımız gerici, faşist, kadın düşmanı rejimin baskısıyla zorlaşıyor. Günlerimizi bu rejimin çeşitli krizleriyle yüzleşerek geçiriyoruz. Gerçek tam karşımızda duruyor; COVID-19 patriyarkal kapitalizmin tüm vahşiliğini gözler önüne seriyor, düzen çürümeye yüz tuttu. AKP-MHP bloğu ve yandaş sermayesi kirli düzenlerinin devamı için pandemi fırsatçılığı yapmaktan geri durmuyor. İktidar, kadınların, işçilerin, gençlerin, çocukların, halkın sağlığını gözetmek yerine pandemi dünyasında İstanbul Sözleşmesi’nden geri çekilmeyi gündeme getirerek, infaz kanununu düzenleyip şiddet faillerini sokaklara salarak, eğitim-öğretim yılını gerekli tedbirleri almadan tüm yükü velilere yıkıp başlatarak, ücretsiz izin süresini uzatarak, Ayasofya’yı camiye dönüştürerek, maske takmadığı gerekçesiyle vatandaşa saldıran polisleri, tecavüzcü uzman çavuşunu aklayarak pandemiyi toplumu kontrol altına almak ve iktidarda kalmak için bir fırsat olarak değerlendiriyor. Bu fırsatçılık 18 yaşında Furkan’ın “kalp dolu”[1] sevgisini ilettiği mesajını yayımlayıp intihar etmesine, bir kadının karakola gittiğinde evine gönderilmesine, 17 yaşındaki Duygu Delen’in patron çocuğu tarafından balkondan atılmasına sebep olabiliyor.
Peki, bu çürümeye yüz tutmuş gerçeklik kadınlar açısından neleri gündeme getirdi ve yapılan saldırıların kadınlar açısından anlamı nedir? Karantinanın ilk ayları infaz kanununun değiştirilmesi ve çocuk istismarını aklama çabaları ile geçerken İstanbul Sözleşmesi’nin geri çekilmesinin AKP ve İslamcı çevreler tarafından gündeme getirilmesi ile yaz aylarına girildi. Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadele Hakkındaki Avrupa Konseyi Sözleşmesi yani İstanbul Sözleşmesi, Erdoğan’ın “halk istiyorsa kaldırın” sözüyle en tepedeki koltuktan talimatla gündeme oturdu. Numan Kurtulmuş “yanlıştı” derken, kadın düşmanı İslamcılar bir rapor hazırlayarak Erdoğan’a tavsiyelerde bulundular. Raporlarında toplumsal cinsiyet eşitliğinin toplumun kurallarına uymadığından, LGBTİ+ bireylerin sözleşmeden faydalanmasından, cinsel yönelimin tehlikelerinden, sözleşmenin aile kavramının önemini azalttığından bahsettiler. “Kadın-erkek eşit değildir” diye açıklamalar yapan AKP’nin bu raporu elinin tersiyle itmeyeceği belliydi.
Evli, çocuklu ve heteroseksist “makbul aileler” kadın-erkek eşitsizliği temelinde yükseliyor ve bu ailedeki eşitsizlik kadınların emeği, bedeni, cinselliği, kamusal alana nasıl dahil olacağına dair denetimi de beraberinde getiriyor. Ailenin bekası için denetim ise erkek şiddeti ile sağlanıyor. İstanbul Sözleşmesi ise ev içi şiddetinin kaynağı olan toplumsal cinsiyet eşitsizliğini işaret ederken ve taraf devlete buraya dair yükümlülükler yüklerken aslında özel alanı politikanın gündemi haline getiriyor. Kadınların mücadelesi ile yazılmış İstanbul Sözleşmesi sayesinde patriyarkanın mutlak egemenlik alanı olan ailenin iç dengeleri değişecek ve erkek iktidarın kadınlar üzerindeki denetimi zorlaşacak. Böyle bir durumda tarikatların, cemaatlerin ve AKP’nin tercihi elbette patriyarkadan yana olacak. Ancak sözleşmeden çekilmeyi savunanlar yazın sıcağında kadın mücadelesinin ördüğü barikata çarptı. Kadın mücadelesinin etkisiyle iktidar içinde bile uzlaşılamayan bir konuya döndü İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme tartışmaları.
Pandemi döneminde İstanbul Sözleşmesi’ne saldırarak, aileyi koruma ve erkek şiddetini aklama çabası tesadüf değildi. Okulların önlemsiz, plansız açılması, uzaktan eğitimin kadınların üzerine bırakılması bu gerçeği bir kez daha göstermiş oldu. Servislerin kaldırılması, kantinlerin kapatılması, 2+3 (2 gün okul, 3 gün online eğitim) uygulaması, sağlık görevlilerinin okullarda olmaması, internete erişim zorluğu ve EBA kullanımı, birkaç saatlik yüz yüze eğitim dışında tüm eğitim-öğretimin velilere devredilmesiyle ortaya çıkan sorunlar kadınların omuzlarına bırakıldı. Bunun toplumsal cinsiyet eşitsizliği temelinde kurulan aileyle doğrudan bir bağı var. Kadınlar şu an ev içerisinde tüm işleri yönetme yükü ile karşı karşıya. Ev içerisinde yaşayan tüm bireylerin sağlıklarını düşünme, çocukların okula güvenle gidip gelmesini sağlama, okul sonrası yapılacak derslerin kontrolü, verilecek eğitimin karşılanması, EBA’ya bağlanıp online eğitimin gerçekleştirilmesi yani ev işlerinin yanında pandemi ile eklenen birçok yeni iş kadınların emeği ile yapılmak zorunda. Bunun yanında internet ücretinin nasıl karşılanacağına çözüm bulma, tablet ve bilgisayar yoksa nasıl bulunması gerektiğini düşünme, bilgisayar kullanımı bilinmiyorsa öğrenme (ki toplumsal cinsiyet eşitsizliğinden kaynaklı teknolojik bilgiye ulaşma da eşit değildir), ücretli işte çalışıyorsa çocuğun ihtiyaçlarını karşılayacak bir yardımcı kişi bulma (aile bireyi, bakıcı, eğitici) sorumlulukları da kadınların omuzlarına yüklendi. Devletin sorumluluğunda olan ve onun tarafından karşılanması gereken tüm ihtiyaçlar kadınların emeği ile gerçekleştirilmeye çalışılıyor. Tüm bu zorlukları görünmezleştiren ise toplumsal cinsiyet rollerinin kadınlara yüklediği görevler silsilesi… Bir yeniden üretim alanı olan ev içinin denetiminin okulların açılması ile birlikte ne kadar kritik olduğunu bir kez daha görebiliriz.
O zaman soruyu bir de şöyle soralım; İstanbul Sözleşmesi’nin toplumsal cinsiyet eşitsizliğini tarifleyerek devleti erkek şiddetine karşı mücadele sorumluluğuna çağırması ailenin zeminini sarsarsa tüm bu bakım emeğini kim karşılayacak? İstanbul Sözleşmesi’ne biraz da pandemi koşullarında kadınların giderek artan görünmeyen emeğinden bakalım. Hayatın devam edebilmesini sağlayan, aile içine hapsedilmiş bu ücretsiz emeğin pandemi koşullarında sistem açısından ne kadar merkezi bir noktada olduğunu görelim. Kadınların üzerindeki erkek şiddetinin, toplumsal cinsiyet rolleri dayatmasının bu emeği nasıl baskıladığını ve sürekliliğini sağladığını unutmayalım. İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme tehdidi ya da sözleşmenin tartışılır hale getirilmesi AKP-MHP iktidarının pandemi yönetiminin bir parçasıdır. Salgının yayılmasını engellemek, gerekli önlemleri almak yerine toplumu sopayla yönetme siyasetinin bir parçasıdır. Böylelikle iktidar bir şiddet faili olarak karşımıza çıkmakta, toplumun gözü önünde erkek şiddetini meşru kılarak suç işlemektedir. Toplumsal açıdan erkek şiddetine karşı mücadele etmek ya da şiddetin karşısında sessiz kalarak bir suçun faili haline gelmek dışında bir seçenek kalmamıştır. Bugün İstanbul Sözleşmesi’ni savunmak ve erkek şiddeti karşısında mücadele etmek daha iyi bir toplum yaratma, daha iyi bir toplumda yaşama tahayyülünde olan herkesin görev ve sorumluluğudur.
İstanbul Sözleşmesi tartışmaları kadın hareketinin yaz döneminde yürüttüğü ısrarlı mücadele sayesinde bir süreliğine ertelendi. Sözleşmeye alternatif olabilecek “yerli” bir sözleşme hazırlamak gibi bahanelerle hatta basına sızan bilgilere göre Erdoğan’ın “biraz gündemden düşürün” uyarısıyla Meclis açıldıktan sonraya bırakıldı. Biz kadınlar yaz boyu hiç durmadık. Takipteyiz. Sözleşmenin uygulanmasının hele de pandemi koşullarında ne kadar hayati olduğunu biliyoruz. “İstanbul Sözleşmesi’ni uygula” derken ve uygulanması için mücadele ederken kadınların omuz omuza kazanacağı somut taleplerimizi yükseltiyoruz.
Direniş sandığımızdan çıkardığımız acil eylem planımız ile mahallede, sokakta, işyerinde, Zoom’da, evlerde, nerede isek orada örgütleneceğiz. Taleplerimiz net: Gerekli tedbirler alınarak kreşlerin ve okulların açılması, bakım emeğinin kamusallaştırılması, sığınma evlerinin nüfusa oranla sayısının artırılması, tüm kamu kurumlarında ve işyerlerinde toplumsal cinsiyet eğitimlerinin zorunlu hale gelmesi, her eve tablet/bilgisayar ve ücretsiz internetin sağlanması, parasız, kamusal eğitim ve parasız sağlık, erkek şiddetine karşı önleyici ve koruyucu tedbirlerin alınması, etkin soruşturma yürütülmesi…
Kadın mücadelesi hem somut talepleriyle kazanmayı hem de dayanışmayla alternatifler oluşturmayı başarabilir. Sadece savunmak ya da istemek değil nasıl olması gerektiğini hayal ettirmek de bu karanlık günlerde mücadeleye yeni yollar açacaktır.
[1] Furkan’ın notundaki bölüm; “Çok sevdiğim, uğruna her şeyimi verebileceğim iki dostumu bu konuda üzdüğüm için özür diliyorum. Benimle geçirdikleri vakitler için, her şeylerini benimle paylaştıkları için, bana karşı nazik ve iyi kalpli oldukları için, benimle yıllarca birlikte oldukları için ve bana kattıkları her şey için çok teşekkür ediyorum. Onlara buradan bir kucak dolusu kalp yolluyorum.”