“Bir anekdot aktarayım size. Yerli işçi bir arkadaşımız şöyle bir şey söyledi: ‘Biz bu sendikalaşma mücadelesine başlayana kadar Suriyelilerden nefret ediyordum. Yani bunları kendimize düşman gibi görüyorduk. Ama şimdi biz bu haklarımız için ve sendika hakkımız için mücadeleye girdiğimizde ben anladım ki Suriyeli işçilerle birleşmezsem, hakkımı alamam.’ Bu, işin sınıfsal boyutunu, aynı zamanda bu sorunun nasıl çözülebileceğini de gösteren önemli bir örnekti”
Mülteciler, 2011’de başlayan Suriye savaşıyla Türkiye’nin daha fazla gündemi haline geldi. Gaziantep de sınır kenti olmasından dolayı göçten oldukça etkilenen bir kent oldu. Bir yanıyla 10 Ekim ve Suruç Katliamı’nın planlandığı, IŞİD’in hücre evlerinin fazla olduğu bir kentken bir yanıyla da sanayisinde çok sayıda Suriyeli işçinin çalıştığı bir kent.
DİSK/Tekstil’in yakın zamana kadar Gaziantep Bölge Temsilciliği görevini üstlenen Mehmet Türkmen’le Gaziantep’in Suriye Savaşı’yla değişen çehresini, yaygın olarak kayıtdışı çalışan mülteci işçileri, mülteci işçilerin sayısının artışıyla işçi sınıfının yapısındaki değişimi, sınıfın reflekslerini ve taleplerini, mülteci işçileri de kapsayan örgütlenme faaliyetlerini konuştuk. Akınalbella Terlik fabrikasında sendikaya üye oldukları için işten atılan Suriyeli ve Türkiyeli işçilerin ortak direniş öyküsünü, direnişin arkasındaki haberlere yansımayacak deneyimleri aktardı Türkmen.
Mülteci gündeminin giderek yoğunlaştığı bugünlerde meseleye sınıfsal perspektiften bakışı zenginleştireceğini, aktarılan deneyimlerle yeni girişimleri teşvik edeceğini umuyoruz.
Tankut Serttaş: Yaşadığınız ve çalışma yürüttüğünüz alandaki değişimle başlayalım. Gaziantep’te Suriye Savaşı’yla başlayan değişimi nasıl tarif edersiniz? Mülteci oranı ne durumda? Toplumda mültecilere karşı tutum nasıl?
Mehmet Türkmen: Türkiye’de aynı zamanda bir sınır kenti olmasından dolayı, savaşın ve savaşın sonucu olarak yaşanan göçün pek çok yönüyle en çok etkilediği kentlerin başında Gaziantep geliyor diyebilirim.
Birincisi; iktidarın Suriye’deki cihatçı çetelerle sürdürdüğü yayılmacı dış politikasının da lojistik merkezi olarak kullandığı bir yer oldu Gaziantep. Savaşın başından beri ÖSO’cular gibi cihatçı çetelerin örgütlendiği, bir araya getirildiği, merkezlerinin oluşturulduğu bir alan oldu. Özellikle geçtiğimiz yıllarda IŞİD’in Türkiye’de yaptığı Ankara ve Suruç katliamları gibi kanlı eylemlerin, bombalı saldırıların, son olarak Gaziantep’deki düğün katliamının, planlandığı, yürütüldüğü ya da bu katliamı yapan militanların konuşlandırılğı merkezlerin biri hep Gaziantep oldu. İktidarın Suriye’deki iç savaşı kışkırtırken Esat rejimini devirmeye yönelik hamlelerin, Kürtlerin olduğu bölgelere yönelik sürdürdüğü saldırıların, cihatçı çetelerle sürdürdüğü savaş politikalarının, yayılmacı hedeflerin Türkiye’deki önemli üssü Gaziantep oldu.
İkincisi; Gaziantep, sadece sınır kenti değil aynı zamanda sınırdaki ve bölgedeki en önemli sanayi kenti olmasından dolayı da Suriye’den gelen göçün en fazla konakladığı yer oldu. Savaşın başından bu yana, burada kalmayıp, Gaziantep’i geçiş noktası olarak kullanıp başka illere giden Suriyelileri saymasak bile en az 500 bin civarı Suriyeli var. Buranın nüfusunun da Suriyeliler hariç 1,5 milyon olduğunu düşünürsek şu anda nüfusun dörtte biri Suriyeli. Kısa sürede önceki nüfusun üçte biri oranında göç alan bir kent Gaziantep. Bu göçün de büyük oranda savaştan kaçmış, perişan halde, yani hayata tutunmak için olabildiğince çaresiz durumda olan insanlardan oluştuğunu ve Türkiye’nin de bu insanların barınma, konaklama, iş vb. en temel asgari ihtiyaçlarını karşılayacak hiçbir altyapısının, hiçbir planlamasının olmadığını düşünürsek böyle bir göç alan bir kentin pek çok bakımdan bundan etkilenmemesi mümkün değil. Başta ekonomik yönden olmak üzere pek çok yönden bu göçlerden çok olumsuz bir biçimde etkilendi Gaziantep.
İlk başlarda göçün halkta yarattığı algı, biraz iktidarın da o dönem Esat rejiminin kısa sürede yıkılacağına dair beklentisinden ve öngörüsünden de kaynaklı, “Bu insanlar bizim misafirlerimiz” algısıydı. O yüzden ilk zamanlar gelen Suriyelilere el uzatma, yardım etme, dayanışma içinde olma duygusu daha güçlüydü. Çünkü bunun geçici bir durum olduğunu düşünüyorlardı. Ama savaş uzadıkça bunun böyle olmayacağı anlaşılmaya başlandı.
Buraya gelen Suriyelilerin sayısı artmaya devam etti. Gelenler de doğal olarak hayata tutunma çabaladılar. Başta en kötü, en ağır, en güvencesiz işkollarında olmak üzere pek çok işkolunda Suriyelilerin işgücüne katılımı arttı. Bunun yanı sıra Suriyelilerin çaresizliği istismar edildi. Ev sahipleri, kiraları olağanüstü düzeyde artırdı. İşgücüne katılım talebi bir anda bu kadar artınca Suriyelilerin çalıştığı yerlerde ücretler de düşürüldü. İşsizlik de arttı. Özellikle inşaat, konfeksiyon ve ayakkabı sektöründe bunlar daha belirgin şekilde görüldü. Suriyelilerin hayata tutunma çabasından kaynaklı bu işkollarında çok daha ucuza ve güvencesiz koşullarda çalışmayı kabul etmek zorunda kalması, yerli işçileri de etkiledi doğal olarak. Buralarda hem işsizlik arttı hem de çalışma koşulları ve ücretler negatif etkilendi.
Bütün bu yaşananlar ve Suriyelilerle hiç ilgisi olmayan suç oranlarının artması gibi toplumsal gelişmeler için Suriyeliler günah keçisi olarak görülmeye başlandı. O ilk birkaç yıldaki “misafirlerimiz” algısı, özellikle de 2014’den beri yerini hızla Suriyeli düşmanlığına, bıraktı. O dönemden beri de sürekli artan bir şekilde Suriyeli ve mülteci düşmanlığının hem yerli halk arasında hem de maalesef işçiler arasında baskın tutum haline geldiğini söyleyebiliriz.
Eklemeden geçemeyeceğim. Bu tutumun hakim olmasında kimi kendini sözüm ona muhalif olarak tanımlayan, ırkçı, milliyetçi siyasal odakların, partilerin mülteci düşmanlığının, Suriyeli mültecileri hedefe koyan ırkçı söylemlerinin de payı var.
Sanayide ya da genel olarak Gaziantep ekonomisinde mültecilerin işgücüne katılım durumu nasıl? Tüm işçiler içinde mültecilerin oranı ortalama ne düzeyde?
Suriyeli çalışanların tamamına yakını kayıtdışı çalıştırıldığı için bu konuda somut ve güvenilir bir veri elimizde yok. Bizim sahadaki gözlemlerimize dayanarak tahmini bir şey söyleyebiliriz. Konfeksiyon, penye, kazak gibi giyim sektörünün yoğun olduğu Ünaldı denilen bir bölge var. Burası daha önce de kayıtdışı çalışmanın yoğun olduğu bir yerdi ama yerli işçiler çoğunluktaydı. Bu bölgede 15 bin ila 20 bin arası işçinin çalıştığını tahmin ediyoruz ve çocuk işçiler de dahil olmak üzere bunun yaklaşık yüzde 70’i Suriyelilerden oluşuyor.
Ayakkabı sektörü ve saya sektörü için de benzer şeyler söylenebilir. Ayakkabıcılar sitesinde ve sayacılarda çalışanların büyük çoğunluğu kayıtdışı. Bu bölgede dört beş bin civarında Suriyeli işçi çalıştığını söyleyebilirim.
Konfeksiyon, ayakkabı ve saya sektörü için şöyle bir gerçeklik de var. Suriye’deyken de bu işi yapan çok sayıda Suriyeli olduğundan burada çalışanlar arasında az sayıda da olsa usta ve hatta atölye sahibi Suriyeliler var. Sayada Suriyelilerin atölye sahibi olma oranı daha fazla. Hatta saya atölyelerinin yarısı, belki yarısından da fazlası Suriyelilerindir.
Ayakkabıların lastik tabanlarının üretildiği, plastik ayakkabıların üretildiği Nizip Caddesi dediğimiz bir sanayi bölgesi var. Burası da kayıtdışı çalışmanın yaygın, çalışma koşullarının çok ağır, ücretlerin düşük olduğu bir yer. Burada da yine ağırlıklı olarak Suriyeliler çalışıyor.
Suriyelilerin yoğun olarak çalıştığı ana yerler buralar ama buraların dışında da başta inşaat ve hizmet sektörü olmak üzere özellikle düşük ücretli ve güvencesiz çalışmanın hakim olduğu sektörlerde çok sayıda Suriyeli çalışıyor.
Organize sanayi bölgesinde büyük fabrikalarda pek olmasa da bazı fabrikalarda çalışma izni alarak sigortalı ve kayıtlı çalışan Suriyeli sayısı son birkaç yılda arttı. Bu artışın sebebi de şu. Suriyeli işçileri sigortalı, kayıtlı çalıştırmayı şart koşan Avrupa Birliği ve Birleşmiş Milletler destekli fonlar var. İşverenler de onlardan yararlanmak adına belirli sayıda Suriyeli işçiyi istihdam ediyorlar. Hatta biz sendikal faaliyet yürüttüğümüz iki iş yerinde Suriyeli işçilerden de üye yaptığımız işçiler var. Ama organize sanayi bölgesinde kayıtlı ve çalışma izni olan Suriyeli işçi sayısı da üç yüz ile beş yüz civarında. Onun dışında organize sanayi bölgesinde daha küçük ve orta düzeyli fabrikalarda kayıtdışı ve sigortasız çalıştırılan işçi sayısı da gayet fazla.
Gaziantep’te sadece organize sanayi bölgelerinde 200 binden fazla işçi çalışıyor. Diğer irili ufaklı sanayi bölgeleriyle birlikte Gaziantep’te kayıtdışı çalışanları da sayarsak 500 bine yakın çalışan işçi olduğunu tahmin ediyoruz. Büyük oranda kayıtdışı olmak üzere çocuk işçilerle birlikte bunun 100 binden fazlasının rahatlıkla Suriyeli olduğunu söyleyebiliriz.
Mülteci işçilerin hak ve ücret konusundaki durumları diğer işçilerden farklı mı? Yaygın görüş, mültecilerin çok daha düşük ücretlere ve sosyal haklar olmaksızın çalıştığı yönünde. Ama sizin sahadan gözleminiz nedir?
Kayıtlı ve çalışma izni olan işçiler, zaten o fabrikada ücret neyse aynı ücretle çalışıyorlar. Genelde de asgari ücret ya da biraz üzerinde ücretlerle çalışıyorlar. Ama kayıtdışı çalışmanın hakim olduğu yerlerde daha düşük ücretlerle ve daha ağır koşullarda çalıştırılıyor Suriyeliler.
Ama son yıllarda Suriyeli işçiler de artık kendi içinde ilkel biçimlerde de olsa örgütlenmeye başladılar. Yani modern anlamda bir sendikal örgütlenme, bildiğimiz anlamda işyeri örgütlenmesi şeklinde değil ama özgün formları var. Örneğin bir işyerinde belli düzeyin altında bir ücret veriliyorsa kendi içlerinde kurdukları Whatsapp ve sosyal medya grupları üzerinden örgütleniyorlar ve oraya hiçbiri çalışmaya gitmiyor. Bu tür örgütlenmelerle son yıllarda ücretleri önemli oranda arttı. En azından bazı işkollarında Türk işçilerle aynı düzeye çıktı diyebiliriz.
Özellikle çalışma izni olan işçilerin bizim örgütlenme çalışması yaptığımız fabrikalarda yerli işçilerle ortak örgütlenme faaliyetine dahil olduğunu görüyoruz. Sendikalaşma düzeyinde olmayıp işyerindeki sorunlara, baskıya karşı ortak taleplerin örgütlendiği durumlar da olabiliyor. Ortak hareket etme eğilimlerinde ciddi bir artış olduğunu söyleyebilirim. Bu zaten bizim öngördüğümüz bir şeydi. Biz başından beri yerli işçileri de Suriyeli işçilere karşı önyargılarını kırma, ırkçı eğilimlerini törpüleme, Suriyeli işçi düşmanlığının parçası olmama noktasında uyarıyorduk. “Bu işçiler de artık işçi sınıfının bir parçası olacak. Bugün çok çaresiz oldukları ve sınıf bilinçleri henüz çok geride olduğu için daha kötü koşullarda çalışmayı kabul ediyor olabilirler ama bir süre sonra sınıf bilinci geliştikçe bu işçiler de aynı talepler için örgütlenecek. Bizim onlarla birlikte ortak örgütlenmemiz gerekecek” şeklinde ifadelerle yerli işçileri uyarıyorduk. Şimdi öngörülerimiz sahadaki verilerle doğrulanıyor.
Hatta bazı yerlerde somut bir mücadeleye dönüşüyor. Örneğin bunlardan birisi saya işçilerinin grevi. Örneğin konfeksiyonda bundan birkaç yıl öncesine kadar yerli bir makinacı işçinin haftalığı 500 liraysa Suriyeliyi 200 liraya çalıştırıyorlardı. Ama şu anda ikisi de aynı ücrete çalışıyor. Konfeksiyon atölyesinde örneğin, haftalık ücretleri 500-600 liraya bazı yerlerde 1000 liraya kadar çıkabiliyor. Ustalığına göre, işyerine göre değişebiliyor ama artık buralarda yerli işçiyle Suriyeli işçi arasındaki fark azalmış durumda. Sayada da aynı şey söz konusu. Saya işçilerinde de önceden aynı atölyede Suriyeli işçi aynı işi yaptığı halde yerli işçinin yarı ücretine çalışıyordu. Ama artık Suriyeli işçiler bunu kabul etmiyor. Buna itiraz ediyorlar ve bunun kabul edilmediği yerde toplu halde işe gitmiyorlar. Bu örgütlenmeler sayesinde ücretlerini önemli oranda artırdılar.
Mültecilerin ücretleri ve sosyal hak düzeyi, Gaziantep’teki yerli işçilerin ücret ve sosyal düzeyinde etkili mi?
Kayıtdışı sektörlerde bunu söylemek mümkün. Örneğin eskiden beri kayıtdışı, sigortasız ve uzun mesailerle çalışmanın yaygın olduğu konfeksiyon sektöründe fabrikada çalışan bir asgari ücretli işçiden toplamda daha yüksek ücret alıyordu. Suriyelilerin gelmesinin ardından bu ücretler önemli oranda düştü. En yüksek alan bile asgari ücret alabiliyordu. Sayada da bu böyledir. Bu sektörde daha fazla çalışacak işçi olunca işverenler de bunu fırsata çevirip ücretleri de daha fazla düşürmekte ya da birkaç yıl en azından zam yapmamakta.
Ama fabrikalara için bunu söyleyemeyiz. Çünkü organize sanayi bölgesindeki büyük ve kurumsal fabrikalarda sigortasız çalıştırmak mümkün olmuyor. O yüzden kurumsal, büyük fabrikalarda çok bir etkisi olmadı ücretleri bakımından. Çünkü büyük fabrikalar organizedeki işçileri işsizlik bakımından tehdit eder bir noktada olmadı. Daha çok güvencesiz, merdiven altı, atölye düzeyindeki sektörlerde etkili oldu.
Geçtiğimiz aylarda Akınalbella Terlik fabrikasında patronun sendika düşmanlığına karşı Suriyeli ve Türkiyeli işçilerin birlikte direndiğini gördük. Çok sık karşımıza çıkmayan böyle bir örneğin hikayesini dinlemek isteriz. Nasıl gelişti bu direniş? İşçiler arasında ya da Gaziantep halkında mültecilere bakışta bir değişim yarattı mı?
Bu fabrikada dört beş ay önce yaz aylarında bir grup işçiyle çalışma yapmaya başlamıştık. İlk görüşme yaptığımız bir grup işçinin içerisinde Suriyeli işçiler de vardı. Dokuz on kişilik bir işçi grubuyla başladı bu örgütlenme ve bu işçilerin yarısına yakını Suriyeliydi. Bu fabrikada 550 civarı işçi çalışıyor ve bu çalışanların içerisinde sigortalı ve çalışma izni olan 25 civarı Suriyeli işçi var. Kısa sürede buradaki örgütlenmemiz ilerledi.
Belirli bir süre sonra örgütlenme faaliyetimiz içeride duyulunca işten atılan arkadaşlarımız oldu. Önce bir arkadaşımız atıldı. Türk bir işçiydi bu. Fabrika önünde direniş başlattık. Bu süreçte üye sayımız da arttı. En son 180’e kadar çıktı üye sayısı. Bununla birlikte 25 Suriyeli işçinin 21’ini sendikaya üye yaptık. Suriyeli işçiler içinde bizim üyelik oranımız yüzde 90’a yakındı. Ama Türk işçiler arasında örgütlenme oranı daha düşük.
Bu gibi durumlarda Suriyeliler iki kat daha dezavantajlı ve riskli durumda. Çalışma izni olan Suriyelilerin çalışma izni bile patronun iki dudağı arasında. Örneğin o iş yerinden atıldığında, çalışma izni de otomatik olarak sona eriyor. Yani başka bir işyerinde sigortalı ve kayıtlı çalışabilmesi için patronun o başvuruyu yapması gerekiyor. Çalışma izni için işçi kendisi başvuru yapamıyor. Kayıtlı çalışabilmesi tamamen patronun iki dudağı arasında. Mülteci olduğu için onu koruyan hiçbir yasa yok. Yerli işçinin sahip olduğu yasal güvencelere sahip olmadığı halde, işsiz kaldığında iş bulamama riski iki kat daha fazla olduğu halde bu örgütlenmelerde daha cesurca, daha kararlı bir şekilde yer aldılar.
Bir süre sonra patron, bu örgütlülüğü çözmek için çeşitli girişimlerde bulundu. Suriyeli işçilerden biri işten atıldı. Aslında bu arkadaşımızla birlikte ondan fazla işçi atıldı ama diğer işçiler tazminatını almayı kabul ederek çıkıp gittiler. Suriyeli işçi arkadaşımız, tazminatını bile almayı kabul etmeden direnişe katıldı. İşe geri dönme talebiyle fabrikadaki diğer işçi arkadaşın direnişine dahil oldu. Bu direniş de haftalarca sürdü.
Bir süre sonra işveren baskıyla, işten atmayla bu örgütlülüğü çözemeyeceğini anlayınca kimi tavizlerde bulundu. Zam yaptı, elden para dağıtmaya başladı. Bu da etkili olmadı. Biraz da çalışma koşulları çok ağır bir iş yeri olduğu için bütün işçilere, tazminatlarını vererek gönüllü giriş çıkış yapma hakkı tanıdığına dair duyuru yaptı. Bu, işçileri çözdü maalesef. Bizim üyelerimizin bile yarısına yakını ne yazık ki sırf tazminat alıp bu işyerinden kurtulmak için çıkışlarını alıp gittiler. Kalan işçilere de zam gibi tavizler verdi. Böylelikle oradaki örgütlülüğümüz büyük oranda çözüldü. Bundan dolayı da işçilerin iradesi ve kararı sonucu direnişi bitirmek zorunda kaldık. Orada hâlâ üyelerimiz var. Hâlâ görüştüğümüz bir işçi grubu var. Hâlâ örgütlenme çalışmalarımız, eskisi kadar güçlü olmasa da devam ediyor.
Bütün bu deneyimin toplamı üzerinden şunu söyleyebiliriz. Bu örgütlenme sürecinde patronun baskıları ve tavizleri sonucu istifalar başladığında en az istifa Suriyeli işçilerde oldu. Suriyeli işçilerin neredeyse tamamı sonuna kadar direndi. İstifa etmediler ve bu baskılar karşısında daha sağlam, daha kararlı bir şekilde yer aldılar. Bu bize aslında yerli işçilerdeki Suriyelilere karşı ön yargının aslında ne kadar temelsiz olduğunu gösterdi. “Suriyeli işçiler yüzünden örgütlenemiyoruz”, “Suriyeli işçiler işimizi elimizden alıyor”, “Suriyeli işçiler yüzünden kötü koşullarda çalışıyoruz” gibi pek çok önyargıyı yıktı. Suriyeli işçilerin yerli işçilerin işini elinden alma konusunda tehdit unsuru olmadığını, tam tersine bu sömürüye, bu kölelik koşuluna karşı mücadelede sınıf kardeşleri olduğunu çok somut bir şekilde gösterdi.
Çok kalabalık işçi toplantıları yaptık. Örgütlenme sürecinde 10-12 kişilik bir komitemiz vardı ve bunun yarısı Suriyeli işçilerdi. Yani sadece üye olarak bu örgütlenmede yer almadılar. Aynı zamanda örgütlenmede komite düzeyinde görev aldılar.
Tam bu dönemde Suriyeli mültecilere yönelik ciddi ırkçı kampanyalar yürütülüyordu. Bolu Belediye Başkanı’nın açıklamaları gündemdeydi. Doğal olarak işçilerin de gündemindeydi bu konular ve biz toplantılarda bunları da tartışıyorduk. Biz bazen özellikle bunları tartışmaya açıyorduk. Çünkü işçilerin bu sorunlardan bağımsız şekilde sendikalara üye olması yetmez. Aynı zamanda işçi sınıfını bölen, farklı milliyetten işçiler arasında bu tür ırkçı önyargıları kışkırtan eğilimlere karşı da mücadele etmemiz gerekiyor. Çünkü bu olmadan işçi sınıfının gerçek anlamda birliğini sağlamak mümkün olmuyor. O yüzden biz işçilerle bu tür eğilimlerin işçi sınıfına zarar verdiğini, işçi sınıfının enternasyonal birliğini ve dayanışmasını zedelediğini, işçi sınıfının hangi milliyetten olursa olsun sermaye ve burjuvaziye karşı çıkarının ve kurtuluşunun ortak örgütlenmekten geçtiğini tartışıyorduk.
Bu toplantılardan bir anekdot aktarayım size. Bu tartışmalardan birinde yerli işçi bir arkadaşımız şöyle bir şey söyledi: “Bundan birkaç ay öncesine kadar, biz bu sendikalaşma mücadelesine başlayana kadar Suriyelilerden nefret ediyordum. Suriyelilerle aynı serviste yan yana bile oturmak istemiyordum. Yani bunları kendimize düşman gibi görüyorduk. Ama şimdi biz bu haklarımız için ve sendika hakkımız için mücadeleye girdiğimizde ben anladım ki Suriyeli işçilerle birleşmezsem, hakkımı alamam. Yanıldığımı böyle anladım. Biz düne kadar bunlardan nefret ediyorduk ama gördük ki kaderimiz aynı. Biz Suriyeli ve Türkiyeli işçiler olarak birlik olmazsak hakkımızı da alamayız.” Bu, işin sınıfsal boyutunu, aynı zamanda bu sorunun nasıl çözülebileceğini de gösteren önemli bir örnekti.
Takip ettiğimiz kadarıyla Gaziantep’te aralarında mültecilerin de bulunduğu işçi gruplarıyla çeşitli tartışmalar ve etkinlikler de yapıyorsunuz. Mültecilere yönelik çeşitli faaliyetleriniz de var. Bunlardan bahsedebilir misiniz? Ne tür faaliyetler yapıyorsunuz ve nasıl karşılık alıyorsunuz?
Biz, örgütlenme çalışması yürüttüğümüz fabrikalar dışında konfeksiyon ve ayakkabıcılar sitesi gibi kayıtdışı çalıştırmanın yaygın olduğu alanlarda Suriyeli işçilere hukuksal destek de veriyorduk. Çalışma hayatında çok fazla haksızlığa uğruyorlar ve kayıtdışı oldukları için yasal mercilere başvurup uğradıkları haksızlıklara karşı yasal haklarını kullanma şansları da yok. Var olan haklarını da bilmiyorlar. Türkiye’deki yasal mevzuatı, uğradıkları haksızlık karşısında ne yapmaları gerektiğini bilmiyorlar. Kayıtlı ve sigortalı çalışmak için Türkiye’deki yasal prosedürler ve onların hakları konusunda aydınlatıyoruz. Bununla ilgili toplantılar yapıyoruz.
Sendikamızın aynı zamanda Danimarka’daki bir kardeş sendikayla birlikte yürüttüğü Suriyeli işçilere yönelik bir projesi vardı. Biz Gaziantep’te de bu çalışma kapsamında son bir yıldır yüzlerce Suriyeli işçiyle sendikamızın avukatıyla birlikte bire bir görüşme yaptık. Atölyelerine gidiyoruz. Onlarla toplantılar yapıyoruz. Kahvelerde buluşuyoruz. Bu görüşmelerde de Suriyeli işçilerin çalışma yaşamında uğradıkları haksızlıklar karşısındaki haklarının neler olduğunu, neler yapabileceklerini, çalışma izni almak için ne yapmaları gerektiğini konuşuyoruz.
Mültecilerle olan faaliyetlerde ne gibi zorluklar var peki? Örneğin dil, problem mi?
Çok zorlanıyoruz. Birincisi bu kapsamda diyelim ki 100 işçi ile görüşmek istiyorsak bunların otuzu kırkı ile oturabiliyoruz. Bazıları korkuyor, bazıları çekiniyor, bazıları kendini güvensiz hissettiği için konuşmak istemiyor.
Ama dil konusunda giderek daha az sorun yaşıyoruz. Üç beş yıl öncesine kadar gerçekten ciddi bir iletişim problemi yaşıyorduk. Ama Suriyeli işçiler arasında, özellikle de yedi sekiz yıldır burada olanlar arasında dil bilmeyen neredeyse kalmadı. Varsa bile yanlarında birisi mutlaka Türkçe biliyor. Türkçeyi öğrenme konusunda epey ilerlemiş durumdalar. O yüzden dil konusunda, iletişim kurma konusunda eskisine göre daha az sorum yaşıyoruz diyebilirim.
Orada yaşadığımız asıl sorun yazı diline dair. Onlar Arap alfabesi kullanıyorlar. Latin alfabesiyle okuma yazma işinde çok zorlanıyorlar. Türkçe yazıp okumayı öğrenen işçiler de var ama çok az. İşçilere yazılı olarak seslenirken oldukça zorlanıyoruz. Sendika olarak sosyal medya görselleri, bildiriler gibi yazılı materyalleri Arapça da hazırlamaya başladık. Örneğin mülteci işçilerin çalışma yaşamında uğradığı haksızlıklar ve hukuki olarak sunabileceğimiz destek hakkında bir bildiri hazırladık. Bazen iki dille hazırlıyoruz bu materyalleri.
Asıl zorluğu yerli işçiler içinde yaşıyoruz. Onları bazen buna ikna etmek, önyargılarını kırmak zor oluyor. Bazen “Siz bu Suriyelilerin avukatı mısınız?”, “Suriyelilerle ilgilendiğiniz kadar bizimle ilgilenmiyorsunuz” gibi tepkiler alıyoruz. Ama bunun Türkiyeli işçinin sınıfsal olarak çıkarıyla olan bağını kurduğumuzda anlatabiliyoruz. Bunu anlatabildiğimiz oranda önyargıları kırdığımızı söyleyebilirim. En azından çalışmamızın istikrarlı olduğu, uzun süredir çalışma yürüttüğümüz fabrikalarda, etrafımızda olan işçilerdeki bu önyargıları büyük oranda kırdığımızı söyleyebilirim.
Zaman zaman yerli ve Suriyeli işçilerin ortak katıldığı eğitimler yapıyoruz. Bu sorunları birlikte tartışıp konuşmaya başladığımız önemli sayıda işçi var. Gaziantep’in tamamına hakim olan Suriyeli düşmanı önyargıları tamamen değiştirmekten uzağız ama en azından dokunduğumuz, ulaştığımız, temas ettiğimiz az çok istikrarlı bir çalışma yürüttüğümüz işçiler içinde bu önyargıları kırma konusunda epey mesafe katettik.
Son süreçte Ankara’da Altındağ’da pogrom derecesinde büyük bir saldırı oldu. İstanbul’da çeşitli yerlerde Suriyelilere yönelik saldırılar oldu. İstanbul’da atık kağıt işçilerine yönelik baskılar konuşulurken bile mülteci düşmanlığı ve ırkçılık, konuşmanın doğal bir unsuru haline gelebiliyor. Bu süreçte işçi sınıfı hareketi nasıl bir tutum almalı?
Bu ırkçı eğilimlere, ayrıştırmaya karşı bir tutum almadan işçi sınıfının en asgari demokratik sorununun bile çözülebileceğine inanmıyorum. Genelde sol kamuoyunda ya da kimi aydın çevrelerde, mesele sadece insani boyutuyla tartışılıyor. Yani işin elbette bir de insani boyutu var. Bolu Belediye Başkanı ya da Ümit Özdağ gibi kimi politik şahsiyetlerin Suriyelileri hedef göstermesine, toplumdaki bu ırkçı eğilimleri kaşınmasına insani olarak karşı çıkmak gerekiyor. Ama mesele sadece bu değil. Mesele aslında politik bir mesele. Bir yerde göçmen düşmanlığı varsa, ırkçılık varsa, bu eğilimler güçlüyse hiçbir milliyetten işçi ve emekçiler için orada demokrasiden ve özgürlüklerden bahsedemeyiz.
Türkiye’deki emekçilerin, halkların uğradığı haksızlığa, baskıya, zulme karşı çıkmak istiyorsak bile Suriyelilere yapılan bu ırkçılığa karşı çıkmak zorundayız. Çünkü bu olmadan biz de işçi sınıfının birliğini, gerici, ırkçı ve milliyetçi ideolojik akımların, eğilimlerin etkisinden kurtulmasını sağlayamayız. Irkçılığın, milliyetçiliğin hakim olduğu bir atmosferde bağımsız bir işçi hareketi yaratamazsınız. Çünkü işçi hareketi enternasyonal bir bilinçle olursa gerçek bir işçi hareketi olur. Ancak o koşulda sermayeden bağımsız bir işçi hareketi olabilir. Sermayeden bağımsız olmak sadece fiziki olarak örgütlerimizin, kurumlarımızın ondan bağımsız olması anlamına gelmiyor. Onların ideolojik etkisinden de bağımsız olması gerekiyor.
Özetle söylemem gerekirse, bu ülkede demokratik ve özgür bir gelecek kurma iddiamız varsa, bu sömürüye karşı işçi sınıfının, insanca yaşadığı birlik olduğu bir gelecek tahayyülümüz varsa bunu için bile bu ırkçılığa karşı çıkmamız lazım ve işçi sınıfı enternasyonalizmini savunmamız lazım. İşçi sınıfının kurtuluşu, mücadelesi ancak bu değerleri savunarak ilerletilebilecek bir mücadeleden geçer.