Saray-AKP iktidarının kendi çıkarları doğrultusunda araçsallaştırdığı ve “ücreti mukabilinde” cepheden cepheye sürdüğü bu militanlar, ülkemizin başını daha çok ağrıtacak
“Bizi arayanlar da bize ne diyor? ‘Siz, Suriye’den mücahitleri oraya [Azerbaycan’a] gönderdiniz’. Bizim böyle bir derdimiz yok. Biz, Azeri kardeşlerimize her türlü desteği vermeye varız, yine vereceğiz.”
Bu sözler, Tayyip Erdoğan’ın 14 Ekim’deki grup toplantısı konuşmasının Türkiye’den Azerbaycan’a gönderilen Suriyeli militanlara ilişkin bölümünden. Erdoğan, benzer bir “destek” Libya’daki İhvancılara verildiğinde açıktan kabul ederken, Azerbaycan konusunda örtük bir dil kullanmayı tercih etti. Bu ülkenin ve genel olarak Kafkasya’nın Rusya için önemi düşünüldüğünde gayet normal bir tercih. Lakin bu tercih, Suriye’de bir zamanlar IŞİD’le, hâlihazırda HTŞ-Nusra ile omuz omuza savaşan bu militanların, nüfusunun çoğunluğu Şii ancak aynı zamanda seküler toplum yapısına sahip laik bir devlet olan Azerbaycan için savaştığı gerçeğini değiştirmiyor.
Nitekim militanlar da bu gerçeği gizleme gereği duymuyor. Tıpkı Libya’da olduğu gibi Azerbaycan’da da cephe hattında çektikleri görüntüleri sosyal medyada paylaşıyor, kimliklerini gizleyerek durumlarına ilişkin basına demeç veriyorlar. Aralarında Abdülselam Abdülrezzak gibi çok daha açık sözlü olanları da var. AKP destekli cihatçı çatı örgütü “Suriye Milli Ordusu”nun komutanlarından olan Abdülrezzak, Al-Monitor’a verdiği demeçte şunları söylüyor: “Ben bu yaygarayı anlamıyorum; ÖSO grupları her yerde Türk dostlarımızın safında savaşacaktır çünkü Türkiye de Suriye’de bizim için savaşıyor (…) Ben, Rusya’nın nüfuz alanlarına girilmesinin, Rusya’nın gücünün tüm cephelerde zayıflatılmasının Suriye devriminin menfaatine olduğunu düşünüyorum.”
Oysa Suriyeli militanların menfaatine olan şey Türkiye’ninkine değil. AKP’nin Azerbaycan-Ermenistan gerilimine bu katkısına Paris’ten sonra Tahran ve Moskova’dan da tepki var. İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, Türkiye’yi isim zikretmeden “ateşe benzin dökmek” ile suçladı. 12 Ekim’de Rusya Savunma Bakanı Şoygu mevkidaşı Hulusi Akar’a, 14 Ekim’de Rusya lideri Putin de Erdoğan’a bu konudaki “endişelerini” dile getirdi.
Gelinen noktada, Dağlık Karabağ krizinde Bakü yönetiminden daha fazla şahin kesilen bir siyasi iktidarımız var. Bu tutum, Suriye ve Libya’da kabarık sicile sahip Saray’ın mücahitlerinin icraatlarıyla da sahaya yansıyor. Hamza Tümeni’nden olduğunu söyleyen bir militan tarafından cephe hattında kaydedilen videoda, öldürülen “kâfir” Ermeni askerleri tekbirler eşliğinde gösterilirken, beri yanda başka bir militan ölen askerlerin üzerinden çıkanları topluyor.
Saray-AKP iktidarının kendi çıkarları doğrultusunda araçsallaştırdığı ve “ücreti mukabilinde” cepheden cepheye sürdüğü bu militanlar, ülkemizin başını daha çok ağrıtacak.
***
Moskova’nın 10 Ekim’de Ermenistan ve Azerbaycan’ı masaya oturtup ateşkes ilan ettirmesi ve akabinde müzakerelerde Türkiye’nin yer almayacağını açıktan ifade etmesi yetmemiş olacak ki Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov da “Türkiye’yi hiçbir zaman stratejik müttefikimiz olarak sınıflandırmadık” dedi. İktidar, tüm araçlarıyla Kafkasya’da çatışmanın devamından yana çıkışlarını sürdürürken başka sahalarda da (tek ve belirleyici amaç bu olmasa bile) iç kamuoyunu meşgul edecek bir gerilim siyaseti sürdürmeye özen gösteriyor. Sondaj faaliyetlerinin yeniden başladığı Doğu Akdeniz ile askeri sevkiyatların sürdüğü ve Suriye ordusuyla kısa süreli gerilimlerin yaşandığı İdlip’in önümüzdeki günlerde yeni sıcak gündemlerimiz olması muhtemel. Erdoğan’ın 3 Ekim’deki “İdlip’te yeni bir insanlık trajedisi yaşanmasına yol açacak hiçbir adımı asla kabul etmeyeceğiz. Sabrımızı zorlayan tacizler ve provokatif saldırılara hak ettikleri cevabı vermekte tereddüt göstermeyeceğiz” çıkışı da buna işaret ediyor.
Yani İdlip’te bir kez daha cihatçılara kalkan olunacak, bu yüzden TSK Rus/Suriye uçaklarının hedefi olacak ve onbinlerce mültecinin sınırlara yığılmasıyla yaşanacak bir insanlık krizinden faydalanılarak Batı’nın desteği aranacak… Tüm bu ahval ve şerait içerisinde Esad’ın “yeni” İdlip mesajı da öncekilerden farklı değil. İdlip’te yoğunlaşan yabancı cihatçıların iki yolu olduğunu söylüyor: “Ya Türkiye’ye gitmeliler, zira Suriye’ye oradan geldiler, ya da Suriye’de ölmeliler.”
Saray’ın bir savaş suçu makinesi olan mücahitleri ise tüm bu hezimet sarmalı içerisinde kendi ülkelerinden umudu çoktan kesmiş durumdalar.
Kürt kadın siyasetçi Hevrin Halaf’ı öldüren Ahrar’uş Şarkiyye adlı örgütün “muhabiri” Haris Ribah Urfa’da boy gösteriyor. Doğu Guta’da Alevi sivilleri canlı kalkan yapan İslam Ordusu’nun sözcüsü İslam Alluş İstanbul’daki bir üniversiteden mezun olmuş, “analist” sıfatıyla Suriye savaşını yorumluyor.
Afrin’den yağmaladığını sınır kentlerinde satan var, yetmeyip Türkiye’den İdlip’e giden insani yardımlara el koyup Türkiye içinde satan da… Yetmiyor, yerli işbirlikçilerin yardımıyla insan kaçakçılığı yapıyor mücahitler.
Beri yanda Suruç, 10 Ekim ve Antep katliamları davaları başta olmak üzere yurttaşların bulamadığı adaleti IŞİD’lilerin bulabildiği bir ülke oldu Türkiye. Ülkesine iade edilmek istemeyen Avustralya vatandaşı IŞİD militanı Neil Christopher Prakash’ın “Türkiye’de yargılanmak istiyorum” talebi hala akıllarda.
Onlarca, hatta yüzlerce farklı örnek sıralamak mümkün. Tüm bunlar iktidar eliyle oluşturulan ve cezasızlık zırhıyla kuşatılan bir suç mekanizmasının ürünü. Bir başka ifadeyle, tüm bunlar cihatçı ağlarının entegre edilmesiyle yeniden şekillenen kontrgerillanın yeni yüzünün yansımaları.
***
Türkiye halkları kadar Suriyeli mültecilerin de bu suç düzeninin mağduru konumunda olduğunu unutmamakta fayda var. Merdiven altı atölyelerde, fabrikalarda, şantiyelerde, tarlada veya sokakta açlığa, güvencesizliğe ve ölüme mahkûm edilen mülteciler… “Koz” olarak sınırlara sürülen, Türkiyeli erkeklere satılan, ötekileştirilen ve düşmanlaştırılan mülteciler… Faşizme karşı mücadelede halkların kardeşliğini sadece lafla değil, yan yana gelinecek bir mücadele zemininde kurmaya ihtiyaç var.