İnsanlığın pandemiye müşterek bir yanıt vermedeki başarısızlığı, bize devam eden iklim kriziyle mücadele edemeyişimize dair hızlandırılmış bir görüntü sunuyor
COVID-19’un yarattığı yıkım, yakın tarihte benzeri görülmemiş bir krizi temsil ediyor, fakat öte yandan ürkütücü bir şekilde tanıdık geliyor. Bunun nedeni, pandeminin iklim krizinin birçok dinamiğini yansıtması ancak bunu aşırı derecede sıkıştırılmış bir zaman çerçevesinde yapmasıdır. Çabuk, eşgüdümlü ve toplu eylem gerektiren bir küresel tehdit (tehlikenin tamamı büyük ölçüde bilinmemektedir) hızla yaklaşarak kendini gösterdi. Ne var ki farklı ulusal tepkilerle ve parmak sallamalarla, bireysel sorumluluğa yapılan vurguyla karşılandı ve statükodaki herhangi bir temel değişikliğe aşırı direnç gösterdi.
Vijay Kolinjivadi, Andreas Malm, Rob Wallace ve benzeri bir dizi solcu düşünür, COVID-19 ve iklim krizinin bağlantılı olduğu hakkında önemli bilgi ve yorumlar paylaştı. Özellikle, pandeminin daha büyük ve bir ekolojik acil durumunun tezahürü olduğunu ve her iki krizin de nihayetinde küresel kapitalizme dayandığını ve bunun sonucu olduğunu vurguladılar.
Bu yazıyı bu argümanlar üzerine inşa etmeyi ve bu ikili krizleri birbirinin yansımaları olarak görmenin de analitik bir değer olduğunu göstermeyi amaçlıyorum. COVID-19 salgını bu anlamda küresel ısınmayla yaşadığımız şeyin hızlı hareket eden bir mikrokozmosu. Bu nedenle, pandeminin analizi ve ona verilen yanıtlar, iklim değişikliğiyle nasıl başa çıkamadığımızı daha iyi anlamamıza yardımcı olabilir.
Peki, COVID-19 ile iklim acil durumu arasında başka hangi benzerlikler var? İlk olarak, bu krizlerin her ikisini de anlama ve tartışma yeteneğimiz, yaygın dezenformasyon, inkârcı komplo teorileri, eylemsizlik yönünde menfaati olan kurumların lobicilik hareketleri ve en iyi uygulamanın hangisi olduğuna dair anlaşmazlıklar tarafından engelleniyor. Bu bağlamda, farklı politika tepkilerini öne süren iki ana akım ortaya çıktı: küresel ısınma ve pandemiyle yaşamak için hafifletmeyi ve bu sayede kötü etkileri azaltmayı savunanlar ile salgın ve krizlerin hızlı, kararlı eylemlerle bastırılmasını savunanlar.
Tayvan, Vietnam ve Yeni Zelanda gibi pandemiye karşı başarılı bir strateji uygulayan birkaç önemli istisna dışında, ulusal hükümetler hem COVID-19 hem de iklim değişikliği için çeşitli hafifletme yöntemlerine yöneldi. Bu önlemler genelde tepkisel oldu ve zorunluluktan çıkarıldı çünkü ilk tepkilerin yavaşlığı krizlerin kontrolden çıkmasına sebep oldu, ama bu önlemler aynı zamanda bir bastırma stratejisinin gerektirdiği, kapitalist ilişkilerin köklü bir yeniden yapılandırmaya sokulması konusundaki isteksizliğinin bir yansımasıdır.
Pandemi durumunda hafifletme, sürü bağışıklığını sağlamaya yönelik yapılan bariz girişimler, sağlık hizmetlerinin aşırı yoğunluk sebebiyle baskı görmesinin önüne geçmek için yapılan “eğriyi düzleştirme” çabaları gibi önlemleri içerir. Baskı altında alınan katı pandemi önlemlerini, siyasi iradenin baskı kullanmaya yönelik arzusunun kanıtı olarak görmek cazip gelse de Andreas Malm’ın belirttiği gibi, durum böyle değildir: “Pandemiye karşı enerjik eylemin görünümü sadece görüntüde böyledir. Koronavirüse karşı tedbir alınması ve iklime kayıtsız olunması arasındaki tezat yanıltıcıdır.”
Aynı zamanda, hükümetler çabaları anlamlı bir şekilde koordine etmekte büyük ölçüde başarısız oldular ve hem pandemi hem de iklim acil durumu için tepeden inme teknik düzenlemelere bel bağladılar. Ayrıca, küresel, birbiriyle bağlantılı ve yapay sınırları aşan problemler için bir değeri olmasa da hangi ülkelerin süreci “en iyi yönettiği” konusunda takıntılı bir odaklanma oluştu.
İklim değişikliği ve COVID-19’a yönelik hafifletme stratejileri arasındaki paralellikleri görmek için, iklim krizini kontrol altına alma girişimlerine ekonomik gerekçelerle karşı çıkan ve aynı zamanda pandemiyi bastırmaya yönelik alınan katı önlemlerin bariz şekilde karşısında olan iklim eylemi şüphecisi Bjørn Lomborg’un yazılarına bakabiliriz. Örneğin, World Development’da yayımlanan bir araştırmaya atıfta bulunan Lomborg, “Paris anlaşması kapsamında emisyonların azaltılması, yoksullukta yaklaşık yüzde 4’lük bir artışa yol açacaktır” diyor.
Eşgüdümlü iklim eylemine karşı olan bu argüman, salgını yavaşlatmaya yönelik uygulanan karantinaya karşı çıkanların ekonomiye ve özellikle de yoksulların ve savunmasızların geçim kaynaklarına verdiği zararı öne sürmelerine benziyor. Gerçekten de Ekim ayı başlarında yayımlanan ve sürü bağışıklığını uygulamayı savunan geniş kapsamlı bir bildiri (Great Barrington Declaration), bastırma önlemlerinin orantısız bir şekilde “işçi sınıfına ve toplumun genç üyelerine” zarar verdiğini iddia ediyor. Bildirgenin, ekolojik yıkımın tehlikelerini de küçümseyen liberter bir düşünce kuruluşu olan Amerikan Ekonomik Araştırma Enstitüsü’nün binasında imzalandığını belirtmek gerekir.
Lomborg, “dünyanın en fakir insanları da dahil olmak üzere tüm insanlığın bir ‘fosil yakıtlı kalkınma’ senaryosunda, daha düşük karbondioksit (CO₂) değerine sahip sürdürülebilir bir dünya senaryosundan çok daha iyi durumda olacağını söyleyerek, esasen şu tartışmayı yapıyor: yapmamız gereken tek şey iklim değişikliğinin olumsuz etkileriyle yaşamayı öğrenmek. Bu argüman, eski İsveçli devlet epidemiyoloğu Johan Giesecke’nin de içlerinde olduğu koronavirüs etkilerini hafifletme savunucularının düşüncelerini yansıtıyor. Giesecke şöyle diyor: “Bizim en önemli görevimiz yayılmayı durdurmak değil çünkü bu tamamen beyhude bir çaba, bizim amacımız talihsiz kurbanlara en iyi bakımı vermeye odaklanmak.” Stanford profesörü John Ioannidis de viral yayılmayı azaltmayı amaçlayan toplum geneli karantinaların “insanları öldürdüğünü” savunuyor.
Bu krizlerin her ikisinde de, hafifletme savunucuları tarafından dile getirilen, kötü düşünülmüş ve tepkisel hükümet önlemlerinin, özellikle bu önlemlerin yanında yeterli sosyal destek sağlamada üst üste başarısız olunmasının, yoksulları ve savunmasızları olumsuz etkilediği söylemi haksız değildir; bunun yanı sıra iklim eylemine yönelik planların veya COVID-19 karantinalarının bu gerçeği genellikle görmezden geldiği ve çevreyi kirleten endüstrilere yönelik düzenlemelerden veya evden çalışma kararlarından olumsuz etkilenmeyen orta sınıf ve varlıklı nüfuslar için erdem biçimleri haline geldiği argümanı da yanlış değildir.
Bununla birlikte, fark edemedikleri şey, küresel yoksulların da orantısız bir şekilde eylemsizlikten muzdarip olmaları ve temel, yapısal bir değişiklik olmadan çektikleri çilenin hem devam edeceği hem de süregiden kriz durumlarında artacağıdır.
Uçtaki topluluklar, her iki dünyada da en kötüyü tecrübe ediyor, bu acıların yükünü taşıyor ve uygulanan çözümlerin en şiddetli yan etkilerine maruz kalıyor. Bu durum, İsveç’in salgına verdiği laissez-faire (bırakınız yapsınlar) tepkisi bağlamında açıkça görülebilir; yoksulların virüsten ölme olasılığı üç kat daha fazladır ve aynı zamanda ülkenin son 40 yılda yaşadığı en büyük ekonomik krizden de muzdariptir. Bu nedenle, kriz anlayışımızın kendisi, uçlardakilerin dezavantajlı olduğu çoklu ve örtüşen yolları kabul eden kesişimsel bir yaklaşımı gerektirir.
Nihayetinde herhangi bir kriz önlemine karşı gerçekleşen ve statükoya meydan okuduğu söylenen yaygın direniş, geç kültür teorisyeni Mark Fisher’ın “kapitalist gerçekçilik” olarak adlandırdığı durumun veya kapitalizmin uygulanabilir tek sosyoekonomik sistem olarak tasvir edildiği durumun bir ifadesi olarak düşünülebilir. Son çalışmalar, kapitalist gerçekçiliğin muhtemelen Kai Heron’un “kapitalist felaket” olarak adlandırdığı yeni bir biçime bürünerek “eski günlerini aratmaya” başladığını vurgulasa da, bu, kapitalizmin herhangi bir şekilde gerçekçi olduğu argümanının giderek daha bariz olan saçmalığına karşı kapitalist realist tartışmanın devam eden varoluşunu -ve hatta yoğunlaşmasını- engellemez.
COVID-19 ve iklim değişikliği vakalarında, hafifletme mantığı mevcut çünkü esasında birçok insan, yaklaşan felaketle yüzleşirken uygulanması gereken farklı sosyoekonomik organizasyon biçimlerini kavramsallaştırmada yetersiz kalıyor. Bu hayal gücü eksikliğini sık sık merkeze ve sağa dayandırsak da, Jacobin Magazine’in Büyük Barrington Deklarasyonu’nun öncülerinden biri olan Martin Kulldorff ile kilitlenme karşıtlığını tartışmak için bir röportaj yayımlamayı uygun gördüğü gerçeğinden de anlaşılacağı gibi, sol da farklı değildir.
Bu bağlamda, kitlesel ölüm ve hastalıkları tasavvur etmek, kapitalist sisteme karşı radikal alternatifler tasavvur etmekten daha kolaydır. Bu nedenle, hafifletme savunucuları, mevcut politik ekonomimizin zorunlu olarak statik ve değişmeden kalacağı varsayımına dayanan niteliksiz maliyet / kâr analizlerini haritalamakta takılıp kalmış durumdalar; normal zamanlarda sosyal yapıların dinamik doğası nedeniyle bir yanlış, ancak krizin sebep olduğu önemli ve hızlı sosyoekonomik karışıklık dönemlerinde vahim bir yanlış hesaplama.
Aynı zamanda, hem iklim değişikliği hem de korona, devam eden, biriken ve kolektif bir krizi algılama ve çözme konusundaki yaygın yetersizliği gözler önüne serdi. Şu anki uyumumuzda, tek bir mekân ve zamanda var olan izole edilmiş, sabit krizlere uyum sağlamış görünüyoruz. Birçok açıdan, yavaş kaynayan tenceredeki o meşhur kurbağayız.
Belki de COVID-19 krizinin önemli bir yönü, azaltma mantığının sonuçlarını hızlandırılmış şekilde gözlemlememize izin vermesidir. Johan Giesecke ve Nobel ödüllü biyofizikçi Michael Levitt gibi, salgına yönelik bastırma yaklaşımlarının yüksek profilli eleştirmenleri, pandeminin doğal olarak nispeten az ölümle sonuçlanmasıyla ilgili çok sayıda kamuya açık tahminde bulundular ve bunların hepsi çarpıcı biçimde yanlış çıktı. Bu hafifletme savunucuları, hatalarını kabul etmek yerine, bu konuda üstelemeye devam ettiler ve sürü bağışıklığının ve normalleşmenin eli kulağında olduğuna dair giderek zayıflayan kanıtlar bulmaya devam ettiler.
COVID-19’un ölümcül dinamiklerini anlamadaki bu başarısızlıklar, insan toplumunun nasıl işlediğine dair temel bir yanlış anlaşılmadan kaynaklanıyor. Kolektif bir sorunla karşı karşıya olan birbirine bağlı ve karşılıklı bağımlı nüfusların yerine atomize bireyler görüyorlar; ders kitabındaki ağaçlar için ormanı kaçırma konusu. Bu durum, nüfusun geri kalanı sürü bağışıklığı geçirirken risk gruplarının “korunması” gibi göz boyayan fantezilere düşmelerine sebep oluyor ki bu inanç, savunmasızları içinde bulunduğumuz toplumlardan ayırmanın uygulanabilir bir yolu olmadığını göremiyor.
Nihayetinde, COVID-19 hafifletme adımlarını ve iklim değişikliğine uyumu savunanlar, sistem düzeyinde düşünme eksikliğinden muzdariptir; dünyayı, değişen özelliklere sahip karmaşık, entegre ekosistemler olarak değil basit bireysel ilişkiler kümeleri olarak görürler. COVID-19 ile, ani kitlesel ölüm ve hastalığın insan toplumlarına ve ekonomilerine verdiği telafisi imkânsız hasarı anlamadaki başarısızlıkları yıkıcı sonuçlar doğurdu. Bu nedenle, iklim değişikliğinin daha da büyümekte olan kriziyle, onlara aldırış etmememiz mantıklı olur.
Bunun yerine, küçülme hareketi, Yeşil Yeni Düzen veya krizin yoğunlaştığı bu çağda ortaya çıkan diğer post-kapitalist tasavvurlar gibi “radikal” varsayılan çözümlere bakmalıyız. Bunların tümü durumun ciddiyetini anlıyor ve yaklaşan felaket karşısında koordineli, kolektif ve dayanışmacı eylemin gerekliliğini görüyor. Malm’ın belirttiği gibi: “Her şeyden önce ‘radikal’ olmak, sorunların kökenini hedef almak demektir; kronik acil durumda radikal olmak, sürekli felaketlerin ekolojik köklerini hedef almaktır.”
Öyleyse, insanlığın bu kadar çok ihtiyaç duyulan radikal dönüşü gerçekleştirme ihtimali nedir? COVID-19’a verilen küresel tepkiyi iklim krizinin hem hızlandırılmış bir tasavvuru hem de bir belirtisi olarak görürsek, yapacağımız tahminler iç karartıcı olur.
Bazı ülkelerin virüsü başarılı bir şekilde bastırmış olması, uyumlu, koordine edilmiş, toplu eylemin mümkün olduğunu, ancak bunun kuraldan ziyade istisna olduğunu göstermektedir. Salgın gibi dalgalanan ve büyüyen krizlerle ya da iklim acil durumu gibi çok daha büyük sorunlarla başa çıkmak, şu anda her ikisi de yetersiz olan küresel dayanışma ve kitlesel seferberliği gerektiriyor. Doğrusunu söylemek gerekirse, salgın şüpheyi ve milliyetçi rekabeti yarattı, bu da tüm dünyada Asyalılara karşı artan jeopolitik gerilimler ve ırkçı şiddet ile kendini gösterdi.
Toplu eylem potansiyeli, bireysel özgürlük üzerinde ortak yararın çıkarına yapılan herhangi bir kısıtlamanın otoriterliğe doğru bir eğilim olduğu şeklindeki yaygın söylem tarafından da engellenmiştir. Macaristan’dan Çin’e kadar rejimler kesinlikle salgını sosyal kontrolü sağlamlaştırmak ve yeni gözetim teknolojileri geliştirmek için kullanmış olsa da krizleri bastırmak için kolektif seferberliğin otoriter olmaktan çok dayanışmacı olabileceği aşikâr olmalıdır. Ne yazık ki salgın sırasında insan hakları tartışmaları, savunmasız nüfusların yaygın enfeksiyon ve ölüm tehdidi olmaksızın var olma hakkından ziyade, büyük ölçüde bireysel hakların daraltılmasına indirgenmiştir.
COVID-19 için potansiyel bir tepeden inmenin aşılama biçiminde ortaya çıkması, krizin ileriye dönük olarak nasıl algılandığı konusunda da etkilere sahiptir. Bir dizi aşının hızlı bir şekilde geliştirilmesi tabiî ki harika bir haberdir fakat bu, aynı zamanda artan krizler çağının teknoloji yoluyla “iyileştirilebileceği” fikrini güçlendirecektir.
Bu, hafifletme savunucularının inanmamızı istediği hikâyedir ve insanlığın dayanışmaya dayalı daha kolektif bir sosyoekonomik organizasyon moduna geçmesinin gerçekçi olmadığı ve hatta zararlı olduğu iddialarının temelini oluşturur. Bunun yerine, bizi bir sonraki teknolojik ilerlemeyi kolaylaştırmak için yıkıcı kapitalizmle ilişkimizi yoğunlaştırmaya zorluyorlar. Bu yaklaşım, bir sineği yakalamak için örümcek yutan yaşlı kadın hakkındaki çocuk hikayesine (hikâye “tabii ki öldü” mısrası ile biter) benziyor ve çevresel tahribatın çok daha karmaşık olan doğasını kavrayamıyor.
Üzücü gerçek şu ki, semptomları iyileştirmek bu semptomların altında yatan nedenlerle başa çıkmak için hiçbir şey yapmayacak ve tehlike sinyallerinin önüne geçmeyecektir. Yaklaşan ekolojik çöküş için uygulanabilecek bir aşı yok. Tek umudumuz, kolektif hayal gücümüzü zincirlerinden koparmak ve kamu yararı için koordineli, dayanışmacı eylemi kolaylaştırabilecek küresel bir kitle hareketi inşa etmektir.
[Roarmag’daki İngilizce orijinalinden Müge Ertürk tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]