Suyun başını tutmak

Barajlardan, depolardan kentlere gelen suyun arıtılması ve içilebilir niteliğe kavuşması için merkezinde arıtma sisteminin yer aldığı altyapı kurulur. Arıtılan suyun sonraki aşaması dağıtımdır. Özelleştirme arıtmaya nazaran dağıtımda daha yüksek orandadır. Dağıtımda özelleştirme arttıkça suyun fiyatı da artar. Böylece köylünün su hakkı elinden alınıp sanayi ve maden işletmelerine verilir. Akarsular kurur, madenle birlikte yer altı suları kirlenir. Yıllar önce suya akarsuyun gözünden, meydan çeşmelerinden ulaşan halk, artık su şirketinin tankerlerini bekliyor olur

Uğur Cucu 23 Aralık 2020 SAYI 6

Her kapının ardına sızıp toprağın en derinine işleyen, gökyüzünü delip uzaya erişen, kendini milyonlarca çeşit formda var edip dünyada özgürce dolaşan bir hareket sermaye. Dolayısıyla insanlığı, tüm canlılığı, havayı, suyu ve toprağı etkiliyor, değiştirip dönüştürüyor. Aynı sermaye gibi, dünya üzerinde “özgürce” dolaşabilen 7,8 milyar insanı, canlılığı ve cansız varlıkları etkileyebilen, hâkimiyeti altında tutan bir olgu daha var: İklim.

Sermaye ile iklim çifti yeni yeni yan yana kullanılıp tartışılıyor. Biri diğerini kaçınılmaz olarak etkiliyor. Sermayenin sınırsız, mekânsız sömürüsüne karşı mücadele etmek mümkün, ona karşı kazanmak da öyle. Ancak sıra iklime (değişikliğe) geldiğinde işler bir karmaşıklaşıyor. Kapitalizmin yalnızca emekçiyi değil doğayı da sermaye kaynağı olarak sömürdüğü çağımızda, insanlık hızla değişen iklime karşı da mücadele etmek zorunda. Ve bu değişikliğin yol açtığı doğal yıkımların tümüyle de.

Yarın hava nasıl olacak?

İklimin insan faaliyetleri üzerindeki etkisi oldukça hayatidir. İki ayağı üzerinde duran ilk insan topluluklarından bu yana bu böyledir. Ve iklimin sınırlayıcı ve özgürleştirici etkisi hiçbir zaman azalmamış aksine artmıştır.

İklim ve hava durumu iki farklı kavram. İlki geniş bir bölgedeki hava olaylarının uzun süreli ortalama değerini ifade ederken diğeri ise dar bölgelerde daha kısa süreli hava haline ilişkin bilgi veriyor. İkincisi kısa sürede değişiklik gösterirken ilkindeki değişiklik uzun sürelere yayılmış durumdaydı. Artık iklim de “değişmemesi” gereken süre içerisinde hızla değişiyor.

Üzerimize bir muşamba atıp istediğimiz hava koşullarını yaratabildiğimiz seralarda yaşamıyoruz, umarız da yaşamayız. İklimi kavrama, hava olaylarını anlama, yarın havanın nasıl olacağını sayısal olarak tahmin etme uğraşının tarihi modern seracılık kadar eski.

Sanatçı ve yazar James Bridle, Yeni Karanlık Çağ: Teknoloji ve Geleceğin Sonu isimli kitabında insanlığın hava tahmini serüvenini şu pasajla anlatıyor:

1950’de, meteoroloji uzmanlarından oluşan bir ekip ilk otomatik yirmi dört saatlik hava tahminin gerçekleştirmek üzere Aberdeen’de toplandı. Richardson’ın önerdiği doğrultuda gerçekleştirilen bu hesaplamada, kıta ABD’sinin kıyıları dünyanın sınırları olarak alındı ve incelenen bölge ızgara şeklindeki on beş satır, on sekiz sütuna ayrıldı. Makineye program girişi yapmak, her biri dikkatlice planlanıp kartlara işlenmesi gereken on altı ardışık işlemden oluşuyor, her işlem de çoğaltılması, karşılaştırılması ve tasnif edilmesi gereken yeni bir kart destesi üretiyordu. Meteoroloji uzmanlarının programcılar tarafından desteklenen sekizer saatlik vardiyalarla çalıştığı ve toplamda 100 bine yakın delikli IBM kartının kullanıldığı, bir milyon matematiksel işlemin yapıldığı proje aşağı yukarı beş hafta sürdü. Ancak proje şefi von Neumann deney kayıtları incelendiğinde fiilen işlemleme süresinin neredeyse yirmi dört saat olduğunu fark etti. Bu durum şu satırları yazdırdı ona: “Eldeki sonuçlara bakılırsa, Richardson’un enformasyonu hava durumundaki değişimlerden daha hızlı işleme hayalinin çok yakında bir gelecekte gerçekleşeceğini umut edebiliriz.”

Philadelphia, Pennsylvania’daki ENIAC. Glen Beck (arkada) ve Betty Snyder (önde). ABD Balistik Araştırma Laboratuvarı’nın 328 numaralı binasında bulunan ENIAC’ı programlıyor. Kaynak: ABD Ordusu

 

1950’li yılları geçeli çok oldu. Artık 72 saat ile 10 günden fazla bir sürede havanın nasıl olacağını tahmin edebiliyoruz. Teknolojimiz geleceğe bir ayna tutuyor. İçinden Yeni Karanlık Çağ’ın bize göz kırptığı bir ayna.

İklim değişikliğinin yıkıcılığıyla baş etmede teknoloji kullanımı üzerine düşünen Bridle, “Ama mevcut teknoloji ve usullerimizin de buna eşlik etmesi, bir ölçüde, iklim değişiminin doğurduğu aşırılıklara kalkan olması gerekir; bu teknoloji ve bilişsel stratejiler iklim değişikliğinin ilk kurbanları arasında yer almazsa tabii” diye devam ediyor.

Bridle, kitabında “mutlak bulut”a ulaşma fikrinin insanı çepeçevre sardığından bahsediyor. İnanılmaz derecede karmaşık ve sayı itibariyle işlenmesi gittikçe imkânsızlaşan bir enformasyon yığını. Enformasyonun çokluğu bir gözetim toplumu yaratıyor. İnsanlık artık tüm verileri bilmenin ya da depolamanın peşinde:

Gözetimin işleyişi ve bizim buna çanak tutuşumuz yeni karanlık çağın en temel özelliklerinden biridir, çünkü bir tür bakar körlükte ısrar eder. Her şey aydınlatılır ama hiçbir şey görülmez. Bir konuya ışık tutmanın o konu üzerine düşünmekle, böylece üzerinde söz sahibi olmakla aynı şey olduğuna ikna olmuş durumdayız. Oysa işlemlemenin ışığı (bazen aşırı bilgi yığarak, bazen yanılsamalı bir güvenlik duygusuyla) bizi kolayca güçsüz bırakıverir. İşlemsel düşünmenin baştan çıkarıcı gücüne kapılıp peşine düştüğümüz şey koca bir yalandır.

Suyumuza ne oldu?

On gün sonrasının hava durumunu biliyoruz. Aylardır yağmayan yağmurun, sert rüzgârların geldiğini, sıcaklıkların önümüzdeki yaz da rekor kıracağını, çiçeklerini ayaz vuran sebzelerin bahara dayanamayacağını ve dahasını. Yarını bilmek, kapitalizmin sınırsız sömürü ile yarattığı bataklığın içerisinden yıldızlara bakmak gibi.

İklimin değiştiğini biliyoruz, bu değişimin kötüye işaret olduğunu da. Ama iklim değişikliğinden, iklim krizine geçiş anımız musluğu açtığımızda akmayan suda, televizyonda dinlediğimiz “Baraj doluluk oranları…” ile başlayan cümlelerde cisimleşiyor.

Elbette iklim krizinin tek aksi suda değil. Toprak da kirletildi hava da. Basitçe “iklim değişikliğinin” de ötesinde kapitalist talanın, sermayenin doğaya temas ettiği her alanda çürüme yaşanıyor. Bu çürüme bazen toprağın maden aramasıyla çevrilmesi, ormanların köprü-otoyol yapımıyla katledilmesi, bazen yaban hayvanları için çıkarılan vur emri şeklinde kendini gösteriyor.

Peki, suyumuza ne oluyor? Suya erişim hakkımız neden kısıtlanıyor? Dere ve akarsular HES’lerle borular içerisine hapsediliyor; içme suyuna erişim büyük oranda paralılaşıyor, suyun üretimi, dağıtımı, dönüşümü tepeden tırnağa piyasalaşıyor.

Üst başlıkta suya erişim hakkının ortadan kalkması dediğimiz kendini altyapı yokluğu, paralılaşma, kirlilik gibi sorunlarla ifade eden bu problemin ardında suyun piyasalaşması var. Sorunun gelip dayandığı nokta ise dünya nüfusunun yarıdan fazlasının sıhhi tesisata erişimi olmaması. Dünyanın beşte birinde ise içecek suya erişilemiyor.[1]

Suyumuz şişelendi

Yeryüzündeki su azalan oranda sırasıyla tarım, sanayi, evsel kullanım ve içme suyu için kullanılır. İçme suyunda oran yüzde 10 civarındadır. İçme suyunun üretimi, şişelenmesi ve dağıtımı yüksek oranda piyasalaşmıştır. Su barajlarda toplanmasından hanelere gelene kadar birçok filtreden geçer.

Dünyada ve ülkemizde suyun sektörel kullanım durumu (DSİ 2010; FAO 2005)

 

Evde ya da sulama amaçlı kullanılan su için barajlar ve göletler yapılır. Bu yapıların kurulması için doğa, tarih ve canlılık ile ilgili birçok kıstas vardır ancak üzerinden atlanır. Ormanlar talan edilir, kıyılar özelleştirilir. Barajlar da aynı kaderi paylaşır.

Bu noktalardan kentlere gelen suyun arıtılması ve içilebilir niteliğe kavuşması için merkezinde arıtma sisteminin yer aldığı altyapı kurulur. Arıtılan suyun sonraki aşaması dağıtımdır. Özelleştirme arıtmaya nazaran dağıtımda daha yüksek orandadır. Dağıtımda özelleştirme arttıkça suyun fiyatı da artar. Böylece köylünün su hakkı elinden alınıp sanayi ve maden işletmelerine verilir. Akarsular kurur, madenle birlikte yer altı suları kirlenir. Yıllar önce suya akarsuyun gözünden, meydan çeşmelerinden ulaşan halk, artık su şirketinin tankerlerini bekliyor olur.

Baraj doluluk oranlarındaki yetersizliğe bakıp endişelenirken hemen ardından bir “susuzluk” reklamı başlar. Susuzluğun sebebi olarak “bilinçsiz kullanım” gösterilir. Artık suçlu da bellidir: Halk. Oysa su hakkına erişim de bir piyasaya dönüşmüş, tek derdi kâr olan tekel şirketler, madenciler, HES’çiler ve mega proje müteahhitleriyle birlikte bir akarsuyu hapsetmek, bir ormanı yok etmek, geniş toprak parçalarını kirletmek için sıraya girmiş durumdadırlar.

Özel sektörün su üretim ve dağıtım ağındaki hâkimiyeti İngiltere ve Şili’de yüzde 100, Fransa’da yüzde 71, Almanya’da yüzde 67, Hollanda’da yüzde 40 ve Polonya’da yüzde 3’tür. Kentin suyu kirlenir, altyapı yetersizdir ve piyasa satılabilir olanı yani şişelenmiş suları teşvik eder. Artık “şehir suyu sağlıklı, içilebilir değildir”.

Değeri yıllık 100 milyar avroyu bulan şişe suyu piyasasında Nestle şirketinin payı 80 milyar avrodur. Şehir suyundan 1000 kat fazla enerji kullanan şişe suyunun fiyatı da 300 kata varacak düzeyde pahalıdır.

Sermayenin yasaları işler, satılabilen öne çıkarılır, parasız olan paralılaştırılır. İklim değişikliğinin en yakıcı bileşeni olan su krizi esasında halkın suya erişim hakkının kısıtlanmasıdır. Krizin çözümü “bilinçli kullanımda”, “ileri teknoloji kullanan arıtma sistemlerinde” ya da basitçe “musluk kapatmalarda” aranamaz.

Devam edecek…

Dipnot:

[1] UNESCO’nun hazırladığı 2019 Dünya Su Raporu

Kaynakça

  • Yeni Karanlık Çağ: Teknoloji ve Geleceğin Sonu, James Bridle
  • Su piyasasına genel bir yaklaşım, İsmail Kılınç
  • Türkiye Cumhuriyeti Kalkınma Bakanlığı On Birinci Kalkınma Planı (2019-2023)

 

Sendika.Org'a Patreon'dan destek ol