“Zaman cahili” insan türü gezegeni nasıl görüyor: Doğayı “yönetmek” ya da bir dağ gibi düşünmek!

Sınıflı toplumlardan sınıfsız bir dünyaya varmak için sürdürülen dansa olan ilgimiz, sıra gezegenin milyarlarca yıldır süren dansına geldiğinde neden sönüyor? Bir Marksist gibi düşünüp eyleyerek sömürüyü sonlandırma ve sınıfları ortadan kaldırma çabamız gezegeni de kurtarmaya yeter mi?

Uğur Cucu 18 Ocak 2021 SAYI 7

Stromatolitler [1],Batı Avustralya. Bu fotoğraf Rachel Sussman’ın dünyayı dolaşarak 2000 yıldan daha yaşlı organizmaların fotoğraflarıyla oluşturduğu albümden [2] alınmıştır.

Çeşitli güçleriyle hayatın başta bir ya da birkaç varlıktan doğduğu ve bu gezegen sabit kütleçekim yasasına göre dönerken bu kadar basit bir başlangıçtan, hepsi de öylesine güzel ve harikulade sonsuz çeşitlilikte varlığın evrilmiş ve hala evrilmekte olduğu görüşünde ihtişam var.

Charles Darwin, Türlerin Kökeni

Karl Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi’nde “Olduğu yerde donup kalmış koşulları, kendi şarkıları eşliğinde dans etmeye zorlamalıyız” diyor. Belki de bu sözden ilham alarak Diyalektiğin Dansı isimli kitabı yazan Bertell Olmann dans adımlarını sırasıyla şöyle veriyor: Çözümle, tarihselleştir, ileriyi gör ve örgütle!

Tarihselleştirme önemli bir kavram. Kapitalizmin bağlantılarının geçmişteki önemli koşullarını ortaya koymak, geleceği tasarlamak ve bugünü örgütlemenin önkoşulu. Ne de olsa “Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir”.

Peki ya toplumlardan öncesine baktığımızda ne görürüz? Sınıflı toplumlardan sınıfsız bir dünyaya varmak için sürdürülen dansa olan ilgimiz, sıra gezegenin milyarlarca yıldır süren dansına geldiğinde neden sönüyor? Bir Marksist gibi düşünüp eyleyerek sömürüyü sonlandırma ve sınıfları ortadan kaldırma çabamız gezegeni de kurtarmaya yeter mi?

ABD’nin Lawrance Üniversite’sinde jeoloji ve çevre araştırmaları profesörü olan Marcia Bjornerud, Yeryüzünün Zamanı isimli kitabında “Bir jeolog gibi düşünerek dünyayı kurtarabilir miyiz?” diye soruyor.

“Zaman cahili” insan

Prof. Bjornerud, “Dünya’nın 4,5 milyar yıllık öyküsü bir güne indirilecek olsa, tüm insanlık tarihinin gece yarısından önceki son saniyenin son kesrine sığacağı” algısının sorunlu olduğuna dikkat çekiyor. Bu algı psikolojik olarak bizi dünyaya yabancılaştırır, dünyanın tarihiyle olan iç içeliğimizi, derin köklerimizi inkâr ettirir.

İnsan türü gece 12’ye doğru ortaya çıkmış olsa da canlı organizmalardan oluşan geniş ailemiz sabah 6’dan beri yeryüzündedir. Ayrıca “gece 12” söylemi bir kıyamet kehanetinde bulunurcasına bir gelecek olmadığına işaret eder. Gece yarısından sonra ne olacaktır?

İnsanın gezegen tarihini algılayışı çoğu zaman kendi türünün başlangıcı ve bitişi arasında sıkışmış durumda. Kahramanları insan olmayan hikâyelere burun kıvıran pek çok kişi doğa tarihine aldırmıyor. Prof. Bjornerud’a göre bunun ardında insan türünün “zaman cahili” olması yatıyor. Kendini zamandan soyutlamış insanın, mekâna da kayıtsız kalması doğal.

1900’lerden beri teknolojideki ilerlemeler insan türünün doğa üzerindeki kontrol algısını daha sarsılmaz kıldı. Fizik, kimya ve mühendislik alanlarında kaydedilen büyük ilerlemeler de insanın doğal sistemleri basitleştirerek ele alma yanılgısını güçlendirdi. Öğretilen ve üretilen teknik bilgi problem çözücü ancak dünyayı tek bir problemle modellemek mümkün değil.

Yüksek teknolojiler ürettik, tarımın mekanizasyonunu sağladık, ulaşım ağlarını geliştirdik. Ve tüm bunları yeraltı sularının kirletilmesi, ozon tabakasının tahribi, toprak ve biyoçeşitliliğin kaybı ve iklim değişikliği pahasına yaptık.

Gezegenin yok oluşlar tarihi

Gezegenimizin tarihinde daha önce birçok kez çevresel felaketler yaşandı. Bu felaketler kimi zaman cinslerin yarısını, türlerin yüzde 90’ını yok etti. Sıcaklıklar kimi zaman zirve yaptı kimi zamanda ani soğumalar yaşandı.

Bu felaketleri kronolojik olarak detaylandıran Prof. Bjornerud, ortak özellikleri şöyle sıralıyor:

Birincisi Kretase sonu vakası da dahil hepsi ani iklim değişiklikleriyle ilişkiliydi ve tropik denizlerin soğuduğu Devoniyen yok oluşu hariç hepsi hızlı bir ısınmayla bağlantılıydı. İkinci olarak, hepsi karbon döngüsünde ve atmosferin karbon içeriğinde büyük oynamalarla ilişkiliydi ve bunun nedeni de ya olağanüstü yoğun püskürmeli volkanizma ya da biyosferce emilip hapsedilen karbonla, depolanmış hidrokarbonlarca salınan karbon miktarları arasındaki büyük dengesizlikti. Üçüncü olarak hepsi okyanus kimyasında hızlı değişimlere yol açmıştı ve bu değişimler kalsit salgılayan organizmaları yok eden asitleşmeyi ve/veya kükürt sever bakteriler hariç hemen hemen herkesi soluksuz bırakarak öldüren yaygın oksijensizliği içeriyordu.

Tarih hızlanıyor: Holosen’den Antroposen’e

Buz Çağı olarak adlandırılan ve gezegenin en son tekrarlanan buzullaşma dönemi iki milyon yılı aşkın süre devam etti ve bu dönem isminin aksine kalıcı bir soğuk altında geçen homojen bir dönem değildi. Buz Çağı’nda ardışık iklim değişimleri yaşandı. Modern insanın ortaya çıkışı da gezegenin 10 bin yıl önce iklim açısından kararlı olan Holosen’e geçiş yapmasıyla mümkün oldu.

18 bin yıl önce son buzul ilerleyişi de durduğunda sıcaklıkla birlikte CO2 düzeyleri de yükseldi. Dünya istikrarlı bir ısınma sürecine girdi. Yalnızca on yıllar içinde küresel ortalama sıcaklıklar Holosen değerlerine tırmandı ve Dünya Buz Çağı’ndaki inişli çıkışlı günleri geride bıraktı.

Prof. Bjornerud’a göre, Buz Çağı’nın inişli çıkışlı günlerinin durduğu eşiği 1900’lü yılların bir noktasında geçtik ve bu eşik, jeolojik zaman çizelgesi için önerilen yeni bir çağın, Antroposen’in başlangıcını temsil ediyor.

Atmosfer kimyacısı Paul Krutzen tarafından 2002 yılında ilk defa dillendirilen “Antroposen”in 2008 yılında Londra Jeoloji Derneği’nden bir grup araştırmaya göre öne çıkan sistem özellikleri şunlar:

  • İnsanların dünyanın tüm nehirlerince yapılanın 10 katı hızla gerçekleştirdiği erozyon ve tortu birikimi;
  • Son 7 bin yılda sıfıra yakın seyreden ama şimdi bir yüzyılda 0,3 m olan (ve 2100’de de bunun iki misli olması beklenen) deniz seviyelerindeki yükseliş;
  • Okyanusların yine binlerce yıl kararlı kaldıktan sonra şimdi 0,1 pH birimi daha asitli olan kimyası;
  • Artık arka plan hızlarının 1000 ile 10 bin katı olan yok oluş hızları[3]
  • Halen 400 ppm’nin (milyonda 400 birim) üzerindeki değerleriyle son dört milyon yıldaki (yani Buz Çağı’nın öncesinden beri) en yüksek oranda olan atmosferik karbondioksit miktarı (insan etkinlikleri sonucunda oluşan karbondioksit, dünyadaki tüm yanardağlardan çıkanın 100 katına tekabül ediyor).

Su ve karbon döngüleri krizde

Aynı su molekülüyle hayatımızda kaç defa karşılaşabiliriz? Su molekülü atmosferde yaklaşık 9 gün, toprakta 1-2 ay, göllerde 1-2 asır, derin yer altı sularında da bin yıl boyunca yerinde kalabilir. Oysa dünyanın iç kısmında 100 milyon yıllık bir su döngüsü var. Ve yalnızca 1 oC’lik sapma bu döngüyü dramatik bir şekilde etkiliyor. Ve artık ne hava durumu ne de su döngüsü öngörülebilir durumda. Kayıtlara geçmiş en sıcak on yıl bu bin yılın başından sonra görüldü. “Yüz yılda bir” ve “beş yüz yılda bir” görülen şiddette sel felaketleri artık on yılda bir meydana geliyor.

Prof. Bjornerud’a göre, insanın iklime “durağan” bir şeymiş gibi bakışının getirisi şöyle oldu:

Kıyı kentlerinde deniz seviyelerinin sabit kalacağı varsayımına dayanarak muazzam altyapı yatırımları yaptık. Kar ve yağmurun baraj göllerini doldurmaya devam edeceğine güvenerek çöllerde koskoca kentler kurduk. Eski, bilindik havaların daima geri geleceği inancı üzerine kurulu bir gıda üretim sistemimiz var.

Prof. Bjornerud, “Geçmişteki ısınma dönemleri tam olarak ne kadar hızlı gelişti? Ve o dönemlerde sera gazı düzeyleri ne yükseklikteydi?” sorularının peşinden giderek gezegenin karbon döngüsünün nasıl tahrip edildiğini anlatıyor.

Marcia Bjornerud’un Yeryüzünün Zamanı isimli kitabından alınmıştır.

Büyük buz tepelerinin ilerleyişi son bulduğunda atmosferdeki karbondioksit derişimleri 180 ppm düzeyindeydi. Ve CO2 derişimleri 6300 yıl boyunca yılda 0,001 ppm artarak 255 ppm düzeyine çıktı. 1800’lere gelindiğinde atmosferdeki CO2 280 ppm düzeyine gelmişti. Aradan geçen binlerce yılda yanardağlardan püskürtülen ve çürüyen organizmalardan salınan karbon ile fotosentez yapan canlılarca havadan çekilen ve kireçtaşı olarak bağlanan karbon aşağı yukarı dengelenmişti.

Sanayi Devrimi’ni izleyen yıllarda, insan türü milyonlarca yıl toprak altında kalması gereken karbonu yıllara sığdırarak tüketmeye başladı. 1960 yılına gelindiğinde, küresel atmosferik CO2 düzeyi, yılda 0,22 ppm yani Dünya’nın ciddi bir şekilde ısınmaya başladığı Geç Buz Çağı’ndaki değerin 20 katından fazla artışla, 160 yıl içinde daha önceki 11 bin yıldaki kadar artarak 315 ppm düzeyine ulaştı. 1990’da birçok iklim bilimcinin Holosen iklim kararlılığının korunması için üst eşik olarak gördüğü 350 ppm de aşıldı.

2016 yılına gelindiğinde CO2 düzeyi 400 ppm’i aştı. Artış hızı da artışını sürdürüyor. Buz Çağı ikliminin o kadar iniş çıkışının hiçbirinde CO2 düzeyleri 400 ppm değerini aşmamıştı. Karbondioksitin mevcut artış hızının en yakın benzeri, 55 milyon yıl önce meydana gelen ve Paleosen-Eosen Termal Maksimum[4] ya da kısaca PETM diye adlandırılan iklim krizi döneminde gerçekleşti.

“Jeolojik süreçlerin bir huyu varsa o da acele etmemeleri”

Gezegenin su ve karbon döngülerinde birkaç on yılda inanılmaz tahribat yapan insan türü, iklim krizini sahip olduğu teknolojiyle “düzeltmeye” girişti. İnsanın en çok konuşulan yöntemi geçmişte gezegeni soğutmuş olan büyük yanardağ patlamalarını taklit etmek oldu.

Atmosferin üst katmanı yansıtıcı sülfat aerosol parçacıklarla aşılanacaktı. Ancak küresel ısınmayı tersine çevirmek için çok yüksek miktarda sülfat gerekiyordu ve sera gazı düzeylerinde ciddi bir azalma olmaksızın aşılamayı durdurmak, küresel sıcaklığın bir biyosferi oluşturan canlıların uyum kapasitesinin ötesine geçebilecek ani bir sıçrama yapmasına yol açacaktı. Yani gezegene etkisi kestirilemeyen bir nevi uyuşturucu verilmesi planlandı.

Fosil yakıt kullanılması, çimento üretimi ve ormanların yok edilmesiyle atmosfere yılda 10 Gt’nin (gigaton) üzerinde karbon salan insan türünün bir diğer girişimi atmosferdeki karbonu çekmek oldu. Buna göre kömürün yanmasıyla ortaya çıkacak CO2 tutulup yüksek basınçlı sıkıştırılarak yeraltının derinliklerindeki gözenekli kayalara ya da denize yakın yerlerde suya aktarılacaktı.

Basınçla sıkıştırılmış CO2’nin kayalara enjekte edilmesinin iki temel sorunu vardı. Bunların ilki kayaların hem sıkıştırılmış gazı depolayabilecek kadar gözenekli hem de sızdıracak kadar geçirgen olmamasıydı. İkincisi ise yüksek basınçlı bir sıvıyı kayalara girmeye zorlamak depremlere yol açabilirdi. Öte yandan CO2’nin suya verilmesi okyanusların asitlik dengesini oldukça bozacaktır.

Önerilen bir diğer yol fotosentez yapan canlıları taklit edip CO2’yi doğrudan havadan çekmekti. Bunu savunan bazı araştırmacılar ve şirketler yaprakları ortamdaki CO2’yi yakalayacak “yapay ağaçlar” geliştirmeye çalışıyorlar. Bu fikir hayata geçirilebilirse günde 1 tona kadar, yani ortalama doğal bir ağacın 1000 katı kadar fazla CO2 yakalayan ağaçlar üretilebilir.

Bu optimum verim düzeyiyle bile bizim halen sürdürdüğümüz yılda 10 Gt karbon üretme alışkanlığımıza ayak uydurabilmek için 30 milyon yapay ağaç gerekiyor. Yüz yıldır devam eden karbon salımlarının etkilerini gidermek, hatta birçok iklim bilimcinin eşik değer olarak gördüğü 1990 yılının 350 ppm’lik düzeyine dönmek içinse yüz milyonlarcası gerekiyor.

İnsan türünün tüm bu hızlı çözümlerine “Jeolojik süreçlerin bir huyu varsa o da acele etmemeleri” diye karşılık veren Prof. Bjornerud “Peki çözüm için olabildiğince tohum ekip fidan dikmek işe yarar mı?” sorusunu da şöyle yanıtlıyor:

Jeolojik kayıtların gösterdiği gibi, atmosferdeki CO2 düzeyini azaltmanın yolu her yıl çürümeyle ortaya çıkandan daha fazla karbonu fotosentez aracılığıyla gömmektir. Eğer bitkilerce ilkbaharda ve yazın bağlanan karbon sonbaharda ve kışın çürümeyle salınırsa CO2 düzeylerinde net bir değişim olmaz. Dolayısıyla hızlı büyüyen ve uzun ömürlü ağaçlar karbon bağlama sürecinin en sevdiği araçlardır. Karbonu sonsuza kadar depolayamasalar da, dolaşımını on yıllar, hatta yüzyıllar boyunca engellerler.

Ayrıca yeniden ormanlaştırılacak arazilerin bir sınırı var. Ayrıca yüksek büyüme hızlarıyla genç ağaçların daha fazla karbon yakalayacağı düşüncesine karşılık yaprakların alanlarının ve gövdelerinin kalınlığının daha fazla olduğu birçok ağaç türünün yaşlandıkça daha çok karbon tuttuğu görüldü. [5] Dolayısıyla, yaşlı ağaçların büyümeye devam etmelerine izin verirken bir yandan da yenilerini dikmek en iyi strateji gibi görünüyor. Yine de ağaçların sonlu bir ömürleri var ve en sonunda karbonlarını atmosfere geri veriyorlar.

Doğayı yönetmek ya da bir dağ gibi düşünmek!

Şimdilik insan türü Prof. Bjornerud’un önerdiği en iyi stratejinin tam tersi istikamette ilerliyor. Sera gazı salımının yarattığı iklim değişimine “yönetilmesi” gereken bir kriz olarak bakan insan türünün doğayı küresel planda kontrol edebileceğine inancı tam!

Ancak “zaman cahili” insan türü, doğal fenomenleri tüketmek, değiştirmek ya da tahrip etmek için gereken zamanla bunları yeniden üretmek, yerine koymak ve tamir etmek için gereken zaman arasındaki muazzam farkı göremiyor. Gelinen noktadan geri dönülmezse bu doğanın değil insanın sonu olacak. Doğaya kör ve sağır, onu kendi dışında, sessiz ve değişmez bir şey kabul eden insan türü, doğayla iletişim kurmayı beceremiyor.

Jeolojinin önemimize dair narsist bir gururla, önemsizliğimize dair varoluşsal bir umutsuzluk arasında orta yol gösterdiğini belirten Prof. Bjornerud sözlerini şöyle noktalıyor:

Ne var ki Dünya bizimle daima konuşuyor. Her taşta bize ebedi bir hakikat ya da temel bir kural, her yaprakta bir enerji santrali taslağı, her ekosistemde sağlıklı bir ekonominin işleyişi için bir örnek sunuyor. Aldo Leopold’ün deyişiyle “bir dağ gibi düşünmeye” başlamamız; bu yaşlı karmaşık ve hiç durmadan evrimleşen gezegenin huylarının ve üzerinde yaşayan varlıkların farkına varmamız lazım.

Muazzam derinlikteki tarihiyle Dünya ortak bir mirastır, herkesin paylaştığı bir değerler kümesi bulmamıza yardımcı olacak evrensel bir akıl hocasıdır. Dünya’nın geçmişini incelemek, kendimizi, mutlaka ve acilen daha iyi tanımamız gereken son derece gizemli bir gezegenin yurttaşları olarak yeniden tanımlamamızı sağlayabilir.

Şimdi Olmann’ın tarif ettiği dans adımları ile Prof. Bjornerud’un “türsel” bir sorun olarak tarif ettiği şeyin “tarihsel”liğine bakalım. İnsan-doğa çelişkisi kapitalizm ile ortaya çıkmış değil ancak Bjornerud’un da gösterdiği gibi ekolojik tahribatın kazandığı muazzam hız, insan türünün doğa ile ilişkisinin kapitalist bir temelde yeniden şekillendiği son yüzyılların eseri. İleriyi görüp örgütleyeceksek, gelecek, anti-kapitalist bir temelde kurulmalı ancak bunun tek başına yetmeyeceği, insan türü olarak gezegenimize ayrıca saygı göstermemiz gerektiği unutulmamalı.

[1] Bu ince katmanlı, toprak biçimli kayalar (adları “yorgan” kelimesinin Latincesinden gelir) yalnızca tek bir türü değil, dünyanın en eski çağlarında okyanusla karşılıklı yarara dayalı simbiyotik bir ilişki içinde olan prokaryotların (belirgin çekirdekleri ve zarla kaplı organelleri olmayan tek hücreli organizmalar) dikey ekosistemini temsil eden fosilleşmiş mikrop yataklarıdır.

[2] http://www.rachelsussman.com/oltw

[3] https://www.biologicaldiversity.org/programs/biodiversity/elements_of_biodiversity/extinction_crisis/

[4] https://evrimagaci.org/kuresel-isinma-memeli-evriminde-cucelige-neden-oldu-iki-defa-1663

[5] Stephenson, N. L. Ve diğ., “Rate of free carbon accumulation increases continually with tree size”, Nature 507 (2014): 90-93.

Sendika.Org'a Patreon'dan destek ol