Sermaye Çağı’nda devrim: Paris Komünü üzerine…

Sermaye Çağı’nda en temel gelişme ücretli emekte yaşanan muazzam artış ve sınıf hareketinde hissedilen “enternasyonalist” ihtiyaçtı. Bu bağlamda hem Enternasyonal’in ortaya çıkışı hem de sendikal ve siyasi teşkilatların büyümesi bir tesadüfün eseri değil, dönemin ihtiyaçlarının bir tezahürüydü. Paris Komünü işte bu çağın bütün özelliklerini kendi bağrında temsil edecekti

Y. Doğan Çetinkaya 18 Mart 2021

Çizim: Ali Yıldız

Savaşlar ve devrimler

Modern devrimler tarihi boyunca savaşlar ile devrimler arasında çok göz ardı edilemeyecek bir ilişki olagelmiştir. Dünya tarihinin başlıca devrimleri önemli bazı savaşların ardından veya savaşlar sırasında ortaya çıkmıştır. Hatta bu nedenle 1917 Şubat ve Ekim devrimleri gibi bazılarını sadece ilişkili oldukları savaşlara bağlayanlar ve onunla açıklayanlar az değildir. Her ne kadar modern devrimleri basitçe ve sadece onları önceleyen savaşlara bağlamak doğru değilse de savaşların etkilerini azımsamak da yersizdir. Nitekim birçok toplumsal ve siyasal devrim herhangi bir savaş olmaksızın ortaya çıkabildiği gibi emperyalist paylaşım savaşlarında olduğu gibi savaşın kendisi de devrimleri ortaya çıkaran toplumsal, siyasal ve iktisadi sistemin bir sonucudur.

Sedan muharebesi ve iki önemli sonuç

Paris Komünü olarak bilinen büyük devrimci kalkışma da böyle önemli bir savaşın ardından meydana gelmişti. 1870 yılının Temmuz ayında Fransa ve Prusya arasında başlayan savaş daha iki ay geçmeden Sedan Muharebesi’nde Fransa’nın yenilgisi, hatta hezimetiyle sonuçlanmıştı. Fransa’nın imparatoru III. Napolyon 3 Eylül 1870’te esir düşmüş, ertesi gün 4 Eylül 1870’te Paris’te Belediye Sarayı yani Hotel de Ville’de toplanan Ulusal Savunma Hükümeti cumhuriyeti ilan etmişti. (Baştan hemen belirtelim Fransa’da komün kabaca belediye anlamına gelen idari bir bölgedir. Hotel de bu komünlerin yani belediyelerin binalarıdır.) 4 Eylül 1870’te cumhuriyetin ilan edilmesi aslında 1871 Mart ayına kadar gerçekleşecek en radikal devrimci adımlardan bir tanesiydi. Bu savaşın birçok önemli sonucunun içinde iki tanesi öne çıkıyordu. Her şeyden önce 1866’da Sadova’da Avusturya’yı yenilgiye uğratan Prusya’nın bu zaferiyle Alman birliğinin sağlanması yolunda çok önemli bir askeri merhale de tamamlanmış oluyordu. 19. yüzyılın ikinci yarısının en mühim gelişmelerinden biri kuşkusuz Alman birliğinin gerçekleştirilmesiydi. Fransa’da 1848 Devrimi ile ortaya çıkan II. Cumhuriyet’i sona erdirerek II. İmparatorluk dönemini başlatan III. Napolyon’un esir düşmesi ise bu ülkeye tekrar cumhuriyeti getirecekti. Fransa’da artık III. Cumhuriyet dönemi başlıyordu. Ancak savaşın tam bu değişimin başındaki bir diğer etkisi bir başka önemli hadisenin ortaya çıkmasına neden olacaktı. Paris’te kısa da sürecek olsa bir belediye anlamında değil de bir işçi yönetimi anlamında bir komünün ortaya çıkacak olmasıydı. Şimdi konuya girmeden önce biraz Komün’ü ortaya çıkaran çağ hakkında birkaç önemli not düşüp Komün’e tekrar geri dönelim.

Kapitalizm ve devrimler çağı

Kapitalizmin tarihinde siyasal ve toplumsal devrimlerin peşi sıra bir dalga halinde gerçekleştiği zaman aralıkları vardır. Bunların başında elbette kabaca Fransız Devrimi’yle başlayan ve Devrimler Çağı olarak bilinen dönem gelir. 1789 ile başlayıp Halkların ve Ulusların Baharı olarak nitelendirilen 1848 Devrimleri ile sona eren ve dünyanın dört bir yanının devrimlerle şenlendiği bu dönem bu anlamda önemli bir dönüm noktasıdır. Bu devrimler aslında kapitalizmin hâkim üretim tarzı haline gelmesinin yarattığı büyük alt üst oluşun bir sonucuydu. Bu dönüşüm 18. yüzyılın sonunda ama özellikle 19. yüzyılın başında hem toplumsal hem de siyasal ayaklanmalar çağına yol vermişti. Fransız Devrimi ve Napolyon Savaşları’nın ardından 1815 yılında toplanan Viyana Kongresi ile egemenler müesses nizamı restore etmek için nafile bir girişimde bulunmuşlardı. Statükonun, mevcut düzenin ve hanedanların ihyası için kurulmaya çalışılan Viyana Düzeni hızla berhava olacaktı. Örneğin 1811 Paraguay Devrimi ile açılan devrimler mevsimi Latin Amerika’yı 1820’ler boyunca kasıp kavuracaktı. 1821 yılında Meksika’da, 1822’de Brezilya’da gerçekleşen devrimleri Arjantin, Şili, Honduras gibi ülkeler takip edecekti. Latin Amerika’daki bu devrimci dalgayı en son 1830 yılında Venezüella Devrimi ve kazandığı bağımsızlık tamamlayacaktı. 1820-1821 yıllarında İspanya’da yaşanan devrimci kalkışma kıtanın diğer yanında 1821 yılında başlayacak Yunan Devrimi ile devam edecekti. Balkanlar’da Osmanlı’ya karşı Sırbistan ve Bulgaristan’da başlayan ayaklanmalar 1817’de Sırbistan’da doruk notasına çıkacaktı. 19. yüzyılda Avrupa’nın jandarmalığına soyunan Rusya’da 1825 yılında Rus Devrim Tarihi’nin en önemli gelişmelerinden biri olan Dekambrist Ayaklanma gerçekleşecekti. Dünyanın dört bir yanının yangın yerine döndüğü bu çağda devrim en son 19. yüzyılda devrimin başkenti kabul edilebilecek olan Paris’e dönecekti. Temelde Fransa, İtalya, Belçika ve Polonya’da gerçekleşen 1830 Devrimleri 1815’te Viyana’da kurulmak istenen düzeni ortadan kaldıracaktı. 1830 Devrimi ile Fransa’nın başına “vatandaş-kral” iddiasıyla Louis-Philippe gelecekti. Dört bir yanı kasıp kavuran devrimler kralları Allah’ın Gölgesi olmaktan vatandaşlık derekesine indiriyordu.

Ancak bu devrimleri ortaya çıkaran kapitalist sistemin bir dönemi henüz kapanmamıştı. Proleterleşme sürecinin ilk biçiminin hızla sürüyor olması, zanaatkârların işçileşmesi ve tarımsal üretimin metalaşması kırda ve kentte radikal bir toplumsal dönüşümü ortaya çıkarıyordu. Hızlı nüfus artışının devrevi tarımsal kıtlıklar ve piyasanın yol açtığı yoksunluklar ile çakışması yaşanan devrimci kalkışmaları her seferinde daha radikal bir şekilde yeniden gündeme getiriyordu. Bu devrimler çağı liberalizm, milliyetçilik, sosyalizm gibi modern ideolojilerin de temayüz etmesine sebep oluyordu. Bu siyasal akımlar 19. yüzyılın ikinci yarısında toplumsal ve siyasal örgütler biçiminde de seferber olacaklar ve kitle hareketlerini oluşturacaklardı. Bu ortamda 1848 Devrimleri tüm Avrupa kıtasında devrim ateşini doruğuna taşıyacaktı. Kapitalistleşme, yaygın metalaşma ve ticarileşme tarımda üretim ilişkilerinin hızla dönüşüme uğraması, kentsel dönüşüm ve reformlar, ormanlar gibi müştereklerin hızla özelleştirilmesi, nüfus artışı ve büyük göç dalgaları modern çağın en büyük devrimlerinden bir tanesine yol verecekti. Konumuz Paris Komünü olduğu için ayrıntısına girmeyelim ancak 1848 Devrimleri hem kapitalizmin ilk döneminin hem de bu ortaya çıkan Devrimler Çağı’nın doruğu ama aynı zamanda nihai noktası olacaktı.

Sermaye çağı ve devrim

1789-1848 arası yaygın olarak Devrimler Çağı olarak adlandırıldıysa 1848 Devrimlerinden 1870’li yıllarında ortaya çıkacak Büyük Buhran’a kadar (Kapitalizmin 1929 Krizi’nden önceki ilk büyük buhranına) süren dönem de Sermaye Çağı olarak adlandırılmayı hak ediyordu. İngilizlerin egemen olduğu ve “muzaffer çağ” olarak adlandırdıkları 19. yüzyıla rengini veren sermayenin gerçekleştirdiği ikinci büyük atılım çağı olacaktı bu dönem. 19. yüzyılı anlatırken ünlü tarihçi Eric Hobsbawm, Siyasi ve Endüstri Devrimine referansta bulunarak “çifte devrim”den bahseder. 1848 Devrimlerinden sonra siyasi devrimler ve ayaklanmalar geri çekilir. Ve aslında Endüstri Devrimi yeni başlar. Daha doğrusu bizim bugün ağır sanayi diye bildiğimiz sanayi özellikle devlet yatırımları ile sonuçlarını yeni yeni ortaya çıkarır. Sanayi Devrimi’ne yol veren teknolojik buluşlar bir önceki çağda gerçekleşmişti ancak kapitalizmin ortaya çıkışı tarımda ve manifaktür üretimde gerçekleşmişti. İlk proleterleşme de yine tarımda ve zanaatkârlıkta yaşanmıştı. Sanayi Devrimi kapitalizmin bir sonucu olarak 19. yüzyılın ortalarında ete kemiğe bürünmeye başlamış ve genelleşmişti. Bizim bugün mavi yakalı olarak bildiğimiz işçi kitleleri 19. yüzyılın ikinci yarısında yaygınlaşmaya başlamıştı. Devletin bir siyasi, idari ve iktisadi aktör olarak dönüşümü de buna eşlik etmişti. Nitekim kamu yatırımları ve finansmanı bu dönemin en önemli özelliklerinin başında geldi. Muazzam bir ritim ile büyüyen bürokrasi ve hiçbir zaman görülmeyen oranda kullanılmayı bekleyen krediler yaşayanlar için dehşetli bir dönüşüm gerçekleştiriyordu. Yeryüzünün demir ağlarla örülmesi bu dönemde yaşandı. Demiryolları en önemli yatırım alanı oluyordu. Atlantik Okyanusu’nun altından geçirilen kablolar yerleşim yerlerinin telgraf ağları ile birbirine bağlayan gelişmenin sembolik bir merhalesiydi. Büyük kentsel dönüşüm, bulvarlar ve imar faaliyeti kentlerin dokusunu radikal bir şekilde değiştiriyordu. Nitekim bu çağ için iki sembol seçmek zorunda kalsak herhalde dönüşen kentler ve demiryollarını seçmek doğru tercihler olurdu. Süveyş Kanalı gibi çılgın projelere de çok büyük sermayeler yatırılıyordu. İlerlemeye, akla ve teknolojiye iman edilmesine yol açan bu liberal zafer çağı İngiliz endüstrisinin de bir uluslararası tekel kurduğu dönemdi. Ancak yine de dünyanın dört bir yanında küçük ve orta ölçekli girişimler hâkim sanayiyi oluşturmaya devam ediyordu. Tekelci kapitalizmin ve devasa sanayi plantasyonlarının egemen hale gelmesi için 1870’lerden sonra başlayacak dönemi beklemek gerekiyordu. Aile şirketleri ve işletmelerde paternalizm hâlâ baskın tarz olarak sürüyordu.

Devrimler Çağı sona ermişti ancak örgütlü bir siyasal ve toplumsal hayat da dönüşüm geçirmeye ve yeni bir şekle bürünmeye devam ediyordu. Nitekim bugün bildiğimiz ve aşina olduğumuz anlamda sendikalar loncaların zanaatkâr geleneğinin yerini alıyorlar, siyasal alanda da politik partiler ortaya çıkıyordu. Nitekim 1864’te Enternasyonal’in bu Sermaye Çağı’nın ortasında kurulması da bir tesadüfün eseri değildi. Ancak yine de kitlesel sendikaların ve Alman Sosyal Demokrat Partisi gibi siyasal partilerin ağırlık kazanmaya başlaması 1870’ler sonrası dünyanın bir özelliği olacaktı. Güvencesiz ve sağlıksız çalışma yaşamının bir norm haline geldiği bu dönemde işçilerden tek bir monolitik kategori olarak bahsetmek de çok olanaklı değildi. Daha sonraki dönemlerde de olmadığı gibi. Ancak bu kapitalizmin ve proleterleşme sürecinin bir işçi sınıfı oluşturduğu gerçeğini değiştirmiyordu. Çevreleri, toplumsal kökenleri, formasyonları, ekonomik durumları, konuştukları dilleri, memleketleri, gelenekleri ciddi farklılıklar arz ediyordu. Daha sonraki dönemlerde de proleterleşme süreci devam edecek ancak işçi sınıfı her zaman monolitik bir türdeşlikten çok uzak olacaktı. Modern endüstri fabrikalarında çalışanlar, küçük atölyelerde bir araya gelenler, kır ve kent bağlamında işçileşenler, zanaatkârlar ile sanayi işçileri, farklı meslek kollarındaki ayrımlar, işçi aristokrasisi ile lümpen-proletarya olarak adlandırılanlar, toplumsal ve coğrafi kökenleri farklı olanlar, milliyet, din, dil ve kültür farklılıkları bulunanlar aynı işçi sınıfının parçalarını, bileşenlerini oluşturuyorlardı. Sözünü ettiğimiz Sermaye Çağı’nda en temel gelişme ücretli emekte yaşanan muazzam artış ve sınıf hareketinde hissedilen “enternasyonalist” ihtiyaçtı. Bu bağlamda hem Enternasyonal’in ortaya çıkışı hem de sendikal ve siyasi teşkilatların büyümesi bir tesadüfün eseri değil, dönemin ihtiyaçlarının bir tezahürüydü. Paris Komünü işte bu çağın bütün özelliklerini kendi bağrında temsil edecekti.

19. yüzyıl siyasetinin kurumları ve köşe taşları: Sandık, barikat, suikast

Devrimler Çağı’nda ortaya çıkan birtakım kurumlar toplumsal ve siyasal hareketler tarafından 19. yüzyıl boyunca yaygınlaşarak kullanılmaya başlandı. Fransız Devrimi’nden sonra çok uzunca bir süre sınırlı da kalsa seçimler ve onun sonucunda oluşan meclisler siyasal hayatın en önemli parçası olmayı sürdürdü. 1815 restorasyonu dahi meclisi ortadan kaldırmaya cüret edememişti Fransa’da. Oy hakkı elbette sınıfsal ve cinsiyet temelli olarak sınırlıydı. Ancak gerek meclisler gerekse de sandık siyasal hayatın merkezinde yer aldı. Ancak aslında birer Orta Çağ kurumu olan parlamento, meclis, duma gibi temsiliyet kurumlarının yanında yeni iktidar odakları da modern devrimlerle birlikte ortaya çıkacaktı. Kapitalizmin tarihindeki ilk büyük devrim olan İngiliz Devrimi’nde Yeni Tip Ordu (New Model Army) buna örnek olacaktı. Belki Yeni Tip Ordu’nun sovyetler gibi bir kurumla karşılaştırılması ve benzeştirilmesi yadırganabilir. Ancak Yeni Tip Ordu parlamento içindeki iktidarı karşısına alan aşağıdakilerin kendilerini ifade ettikleri ve ortaya koydukları bir kurum olarak işlev görmüştü. Daha sonra öz yönetim organı anlamında komünler ve sovyetler yeni iktidar odakları olarak egemenlerin temsiliyet kurumlarının yanında ve karşısında gelişmeye başlayacaklardı. İkili iktidar devrimci kalkışmaların en önemli özelliklerinin başında gelecek, yeni iktidar kurumları da bu ortamlarda gelişecekti. Nitekim 20. yüzyıl başında 1917’de bunlardan bir tanesi olan sovyetler dönüşüm merkezi olacak ve en azından kurulacak yeni ülkeye ve rejime adını verecekti.

1870 Sedan yenilgisinden sonra ortaya çıkacak ve Bordo’da toplanacak meclisin ve onun ve geçici hükümetinin başı olacak Adolphe Thiers’in karşısında bir iktidar odağı olarak ortaya çıkacak olan Paris Komünü aslında çağın bu eğiliminin bir göstergesiydi. Yine Paris Komünü’nden günümüze kalan fotoğraflarda görülen en önemli olgu olan barikat da 19. yüzyıl toplumsal hareketlerinin ve ayaklanmalarının köşe taşıydı. Sokak savaşlarında ortadan kaldırılması ancak merkezi ordunun top ateşini gerektiren bu muazzam tahkimatlar aşağı sınıfların 19. yüzyıl ortalarında kullandıkları en önemli araçların başında geliyordu. Meclisin karşısında yükselen iktidar odakları ve öz yönetim aygıtları olan komünlerin, sovyetlerin yanında barikat sokakta yükselen bir başka iktidar odağı ve kürsüsü oluyordu. Kararların alındığı, aşağıdakilerin kendilerini ifade ettikleri halk kürsüleriydi onlar. Bu anlamda evet 19. yüzyıl siyasetinin kurumlarından bir tanesiydi. Paris Komünü bu anlamda bir dönüm noktasında bulunuyordu. Artık askeri teknoloji ve kentleşme politikalarındaki değişimin bir sonucu olarak barikatlar yavaş yavaş geri çekilirken ve önemsizleşirken grev gibi, yerel fabrika komiteleri gibi başkaca üçüncü iktidar odakları sınıfın içinde önem kazanmaya başlıyordu. Toplumsal muhalefetin ve mücadelelerin siyasallaşması ile birlikte yukarıda belirttiğim gibi 19. yüzyıl siyasal ideolojilerin ve teşkilatların da yaygınlık kazanıp kitleselleştiği bir dönem olacaktı. Siyasal örgütlerin ortaya çıktığı bu bağlamda suikastlar da yaygınlık kazanacaktı. Krallar, çarlar, sultanlar ve ileri gelen devlet adamları suikast girişimlerinden çokça muzdarip olmaya başlayacaklardı.

Bordo ve Versay’a karşı Paris

Yenilgiden sonra yapılan seçimlerden çıkan ve Bordo’da toplanan meclisin büyük çoğunluğu muhafazakâr ve meşruti monarşiden yanaydı. Mecliste radikal, sosyalist ve cumhuriyetçiler azınlıktaydı. Paris gibi radikal işçi sınıfının kentlerinin aksine Fransız taşrasında muhafazakârlar siyaseten güçlüydü. Paris Komünü’nün sonunu belirleyen önemli bir etken de bu olacaktı zaten. Bu seçim aritmetiğine rağmen Enternasyonal’in geçici hükümetten talebi de yeni seçimlerin yapılması olmuştu. Bunun yanında diğer iki talebi de basın hürriyeti ve polis faaliyetlerinin durdurulmasıydı. Devrimler Çağı’nın ama özellikle 1848 Devrimlerinin bir diğer sonucu da iç güvenlik aygıtının yani polisin ortaya çıkışı olmuştu. Paris Komünü’ne gelene kadar da polis organizasyonu devletin diğer kurumları gibi gelişmişti. Basın Hürriyeti’nin önemi de Paris Komünü’nün ortaya çıktığı dönemde Paris’te yayımlanan radikal gazete ve dergilerin yasaklanmasında görülecekti.

İmparatorun esir düşmesi sonrası hem Paris’te hem taşrada bir siyasal mücadele başlamıştı. Nihai çatışma ve Paris Komünü’nün ilanından önce ayaklanmalar ve çok yönlü siyasal çekişmeler yaşanıyordu. Bunlardan 31 Ekim 1870 ve 22 Ocak 1871 ayaklanmaları önemliydi. İki ayaklanmanın da sebebi radikal sol grupların Paris’te daha özerk ve tabandan bir yapılanmaya dair talepleriydi. Paris, Alman ordusunun kuşatması altındaydı ve dış dünya ile bağlantısı balon gibi olağanüstü araçlarla ve yollarla sağlanıyordu. Kuşatma Paris’teki olağanüstü koşulları daha da zorlaştırıyor, zaten muhalif olan halkı daha da radikalleştiriyordu. Bu ortamda mevcut hükümet ve Hotel de Ville’deki idareden şikâyetler ve tepkiler de artıyordu. Egemenler ve zengin sınıflar Paris’ten uzaklaşırken, sürgünde olan radikal siyasetçiler Blanqui gibi hapiste değillerse başkente dönüyorlardı. Böylece Thiers gibi Bordo ve Versay’da konuşlanan muhafazakâr siyasetçiler ile Paris’te büyümekte olan radikal siyaset iki karşıtlığı temsil ediyorlardı.

Paris’te ikili iktidar

Şubat 1871’de yapılan seçimlerde meclise girmeyi başaran radikal siyasetçiler daha çok Paris gibi işçi sınıfının güçlü olduğu ve politik faaliyetlerin merkezi olan şehirlerden geliyorlardı. Paris’te de Montmartre ve Belleville gibi işçi sınıfı mahallelerinde radikal siyaset ciddi bir toplumsal taban buluyordu. Paris’te iktidarın temsil edildiği Hotel de Ville’nin karşısında dağıtılmayan ve silahlarını teslim etmeyen Ulusal Milislerde güçlenen radikal siyaset ve işçi sınıfı ile Paris’in 20 idari bölgesinde kurulmakta olan Teyakkuz Komiteleri bulunuyordu. Bu komitelerden gelen temsilcilerden oluşan Merkez Komite’nin oluşturulmasıyla da tam bir ikili iktidar ortaya çıkıyordu. Ulusal Milislerde ve Teyakkuz Komitelerinde bir araya gelen işçiler ve sosyalistler gibi radikaller hem şehri Alman işgalinden korumak hem de monarşinin restorasyonuna direnmek amacındaydılar. Geçici hükümetin başında olan ve Paris dışında bulunan Thiers, Paris’te Merkez Komitesi’nin ve mahalli Ulusal Milislerin ellerindeki silahlardan çekiniyordu. En önemlisi bazı stratejik bölgelerde bu komitelerin el koymuş oldukları topların bulunmasıydı. Thiers kendi tarafında birçok kişinin farklı nedenlerle karşı çıkmasına rağmen bu toplara el konulmasında ısrar etmesiyle gerçekleştirilen girişim başarısızlıkla sonuçlanacak ve Paris Komünü’nün ilan edilmesine giden süreci tetikleyecekti. Nitekim 18 Mart 1871 günü yapılan zayıf girişim sonucunda bu işle sorumlu iki General Jacques-Léon-Clément Thomas ve Claude Lecomte kalabalıklar tarafından ele geçirilecek ve daha sonra da infaz edileceklerdi. O gün radikaller tarafından kontrol edilen Ulusal Muhafızların müfrezeleri Paris’te hükümeti temsil eden birçok kurum ve binayı ele geçirecekti. Ertesi gün ise Hotel de Ville’de artık kızıl bayrak dalgalanıyordu. Bundan dolayı 18 Mart Paris Komünü’nün başlangıç günü kabul edilir. İkili iktidar Paris’te sona ermiştir.

Paris’te politik grup ve şahsiyetler

Paris Komünü söz konusu olduğunda genelde politik özneye ilişkin bir kafa karışıklığı söz konusu olur. “Kim kimdir?” biraz karışıktır. Bir sonraki dönemde ortaya çıkacak olan politik teşkilatlar tam olarak ortada yoktur. Onun için radikal ve sosyalist siyasetteki politik bazı düşünür ve eylemcilerin adlarıyla anılır eylemciler. Siyasal parti ve teşkilatlardan ziyade birtakım çevrelerden bahsedilebilir. En önemli gruplar Blankiciler (Louis Auguste Blanqui), Prudoncular (Pierre-Joseph Proudhon), Enternasyonal taraftarları ve Jakobenlerdir. Bunlar gevşek bağlarla birbirine bağlı çevrelerdi aslında. Örneğin Fransız sendikalizminin öncülerinden Varlin (Eugéne Varlin) hem Enternasyonal’in bir üyesi hem de Proudhon’un takipçilerindendi. Ancak Komün’ün önde gelen bir şahsiyeti olarak kendi özgü bir şahsiyeti ve politik tutumu vardı. En önemli gruplardan bir tanesi sayılan Blankicilerin lideriyse Paris Komünü sırasında hapisteydi. Komüncülerin esir takası ile onu hapisten alma girişimleri ve teklifleri hep sonuçsuz kalacaktı. Kısacası radikal gruplar ve şahsiyetler son derece parçalı ve dağınık bir hal arz ediyorlardı. Nitekim 18 Mart sonrasında Paris’te kimin sözünün geçeceğine dair seçilmiş belediye temsilcileri ile Ulusal Muhafızların ileri gelenleri arasında da bir rekabet söz konusuydu. Bu ortamda 26 Mart günü Komün’ün konsül seçimleri gerçekleştirildi. Her şeyden önce Komün mevcut kayıtlı seçmenlerle seçim yapacak kadar “radikal”di. Kayıtlı seçmenlerin kabaca yarısı oy kullanmış ve bir Komün meclisi Hotel de Ville’de çalışmaya başlamıştı. Seçilenlerin en önemli özellikleri radikal cumhuriyetçi olmaları idi. Aslında geçici hükümetin karşısında onları tanımlayan ortak özellik de oydu. Bunun yanında az sayıda Blankici, bir kısmı Enternasyonal’in takipçisi, büyük ekseriyeti bağımsız radikaller ve çoğunluğu da işçi sınıfından geliyorlardı.

Komün’ün aldığı kararlar

Komün’ün aldığı en önemli kararların başında konsül üyelerinin geri çağrılabiliyor olması geliyordu. Seçilen temsilcilerin istenildiği zaman geri çağrılabiliyor olması onların seçmenler tarafından kontrolü adına çok önemli bir demokratik adımdı. Sahipleri tarafından terk edilmiş işletme ve fabrikaların çalışanlar tarafından işletilebilmelerine karar verilmişti. Bu tam bir el koyma ya da kamulaştırma değildi. Hem sahiplerinin tazminat hakları bakiydi hem de işletme izniydi. Ticari borçlar feshedilmemiş ama ertelenmişti. Özellikle Fransız Merkez Bankası’nda kalmış olan altın rezervine de paranın değerini kaybetmemesi düşüncesiyle el konulmayacaktı. Komün yine ancak o kadar radikaldi. Ancak borçlara uygulanan faiz kaldırılmıştı. İnsanların kuşatma boyunca hayatta kalabilmek için rehine verdiklerinden sadece iş aletleri iade edilecekti. Onların da sadece 20 Frank’a kadar olanları verilecekti. Kuşatma süresince kiralar durdurulmuştu. Sosyal konularla karşılaştırıldığında devlet ve din işlerinin ayrılmasına dair daha net bir tavır alınmıştı. Fransız Devrimi takviminin geri getirilmesinde olduğu gibi. Üç renkli bayrak yerine kızıl bayrak Hotel de Ville’de dalgalanacaktı. Fırın çalışanlarının gece çalışması kaldırıldı. Bunun yanında mahallelerde pek çok kendiliğinden ve bağımsız komiteler ve örgütler ortaya çıkmıştı. Özellikle ilk yardım, kantin ve sosyal mutfaklar için önemli kolektif girişimler örgütlenmişti. Herhangi bir temsil hakkı verilmeyen kadınların kendilerini ifade ettikleri ve ortaya koydukları alanların başında bunlar geliyordu. Kadın Birliği (tam adıyla Paris’in Savunması ve Yaralıların Bakımı için Kadın Birliği) kadınların hakları ve durumlarının düzeltilmesi için mücadele de yürütmüştü elbette. Elisabeth Dmitrieff, Victoire Bera, Paule Mink, Louise Michel, Anne Jaclard (Vasilyevna Korvin) gibi birçok kadın çok önemli görevler üstlenmişlerdi. Çoğu göçmen kökenli olan kadınlar herhangi bir temsiliyet edinememişlerse de silahlı çatışmalara katılmışlardı.

Komün’ün sonu

Komün’ün dağınık yapısı, belli bir siyasal programının olmaması, toparlanmış bir ordu karşısında durabilecek bir askeri yapısının olmaması, Paris dışıyla bir irtibatının olmaması ve yalıtılmış vaziyeti, 1848 Devrimlerinden sonra özellikle Haussman reformlarıyla yaşanan kentsel dönüşümün barikat ile direnilmesine el vermemesi, mahalli yapılar arasında koordinasyon sağlanmasının güçlüğü gibi birçok nedenle Fransız hükümetinin saldırı kararı ve askerî harekâtıyla Paris Komünü ezilmiştir. Komünarlar kılıçtan geçirilmiştir. Tabii burada hiçbir zaman unutulmaması gereken belki diğer yandan Komün’ü de mümkün kılan muzaffer Prusya ordusunun varlığıydı.

Sessizlikte bir yalnız: Geçiş döneminin sıra dışı bir ürünü olarak Paris Komünü

Paris Komünü aslında kendi çağının özelliklerini taşıyordu. Yukarıda değindiğim Devrimler Çağı (1789-1848) ile 20. yüzyıl başında ortaya çıkacak bir başka devrimler dalgası içinde (1905-1919, Rus, İran, Osmanlı, Çin, Meksika Meşruti Devrimleri, 1917 Rus, 1918 Alman ve 1919 Macar devrimleri) meydana gelmişti. Siyasal devrimlerin geri çekildiği Sermaye Çağı ortasında yalnız bir örnekti. Çok fazla önemsenmesinin ve değer atfedilmesinin bir nedeni de bu çağdaki bu sessizlikti. Marx’tan Bakunin’e birçok devrimci ve teorisyen kısa Paris Komünü deneyimi ile yakından ilgilenmişti. Kısa bir süre de olsa bir iktidar deneyimi adeta bir laboratuvar özelliği görmüştü. Daha sonraki dönemin genç devrimcileri için de bir referans noktası olmuştu. 20. yüzyıl devrimleri ve özellikle başarılı 1917 Devrimi’ne kadar en önemli deneyimlerden bir tanesiydi. Hem kendinden önceki Devrimler Çağı’nın özelliklerini, dağınıklığını, belirsizliklerini hem de 20. yüzyılın gelmekte olan yeni devrim ve devrimcilerinin özelliklerini bağrında taşıyordu. Bu anlamda da aslında çağı için bir anomaliydi. Kuraldışı bir örnekti. Belki de zamanının devrimcileri için bundan dolayı çok değerli ve önemliydi. Nitekim devrimci teoride de izini bırakacaktı.

Teori’de Paris Komünü: Devletin göreli özerkliğinden devletin sönümlenmesine

Kısa süreli Paris Komünü kendinden sonraki devrimci mücadelelere ve devrimci teoriye çok önemli bir miras bırakmıştır. 1848 Devrimi sonrasında özellikle III. Napolyon’un darbesiyle lümpen-proletarya bir teorik tartışma başlığı olarak teoriye girmiştir. Yine III. Napolyon’un İkinci İmparatorluğu (1852-1870) ve özellikle onun kuruluş yılları (1848-1852) “devletin göreli özerkliği” tartışmasını körüklemişti. Siyaset biliminde hâlâ en temel tartışma başlıklarında bir tanesi olmayı sürdürüyor. Paris Komünü ise özellikle Marksist Siyaset Teorisi’ne “Devletin Sönümlenmesi” ve “Proletarya Diktatörlüğü” tartışması için bir örnek teşkil etmiştir. Marx tarafından bizzat Komün’ün kendisi Proletarya Diktatörlüğü denilen kavramsallaştırmanın tecessüm etmiş hali olarak tarif edilmiştir.

Sonuç

Rivayet odur ki Lenin 1917’de devrim Paris Komünü’nden bir gün fazla sürdüğü için o günün sabahı kutlama yapmıştır. Yani tarihin en büyük devrimlerinden bir tanesinin liderlerinden biri için Paris Komünü çok temel bir referans ve kıyas noktasıydı. Bundan dolayı başka bir dünya için mücadele edenler 150. yılında da bu deneyimi hatırlamaya devam ediyorlar.

Sendika.Org'a Patreon'dan destek ol