Bekir Ağırdır ile sınıfsal kutuplaşmanın öne çıkışı üzerine…

“Pandemi ve pandemiyle birlikte yaşanan bu ekonomik kriz ipi kopardı gibi geliyor bana. Terse dönen, burada dipte kabaran bir şey var. Bir rahatsızlık var ve insanlar ilk kez o rahatsızlığın sadece Türk-Kürt olmak, dindar-dindar olmamak, başı açık-kapalı olmak olmadığını, daha ekonomik bir mesele olduğunu hissediyor artık. Şimdi eğer önlerine doğru örgütlenme modelleri, doğru söylemler kurulabilirse, orada müthiş bir enerji birikmesi olduğunu sanıyorum”

Ali Ergin Demirhan 22 Kasım 2021 **

Türkiye’nin isabetli anket çalışmalarıyla bilinen araştırma şirketlerinden KONDA’nın genel müdürü Bekir Ağırdır, bir süredir kamuoyunda hak ettiği ilgiyi görmeyen bir tespitte bulunuyor: Kültürel kimlik eksenli kutuplaşma yerini giderek sınıfsal kutuplaşmaya bırakıyor ve bunun siyasette yansımaları olacak.

Artık sağ-sol üzerine daha çok konuşacağımız ve yeni politik aktörleri sahneye çıkaracak bir dönemin yaklaştığını belirten Ağırdır, bugünkü baskıcı iktidarlara karşı ön plana çıkan muhalefet odaklarının, şu aşamada tepki ile sınırlı kaldığını ve dünya yeni bir hikâyeye ihtiyaç duyarken henüz insanlığa bir ütopya sunmaktan uzak olduğunu da vurguluyor.

Ağırdır’la sınıfsal kutuplaşmayı kültürel kutuplaşmanın önüne geçiren değişim dinamiklerinin ne olduğu, bunun ölçülebilir toplumsal yansımaları, mevcuda itirazın ve yeniye dair arayışın özel olarak hangi kesim içerisinde ve hangi alanlarda yaşandığı üzerine konuştuk.

Türkiye’nin artık çoğunluğun ücret gelirine bağlı yaşadığı kentli bir topluma dönüştüğünü belirten Ağırdır, farklı işçi sınıfı kesimlerinin gündelik deneyimleri içinde oluşan empati duygusunun ve eskisi gibi monolitik bir kültürün içine doğmayan yeni kuşakların yeni fikirlere açıklığının ifade ettiği potansiyele dikkat çekiyor.

Önümüzdeki seçim sürecinde mevcut iktidara tepki ön planda olduğu için, değişimin gerçek yansımalarının bu tepkiselliğin gerisinde kalacağını belirten Ağırdır, peş peşe gelecek seçimlerle “sekmeli bir değişim” yaşanacağını öngörüyor.

Sınıfsal kutuplaşmaya doğru bir kayma yaşanacağı tespitinin dışında Ağırdır’ın dikkat çektiği diğer dinamikler ise kadın, gençlik ve aslında görünenin de ötesinde bir yaygınlığı olduğunu söylediği ekoloji mücadelesi.

Şimdi değişimin görünür olmadığını, manzaranın yüzeyi buz tutmuş bir göle benzediğini ancak buzun altında muazzam bir filizlenme olduğunu belirten Ağırdır, “Ya o filizler buzu dağıtacak, parçalayacak ya da güneş o buzu dağıtacak, eritecek” diyor.

Ali Ergin Demirhan: Bir süredir sınıfsal kutuplaşmanın kültürel kimlik temelli kutuplaşmaların önüne geçmekte olduğundan söz ediyorsunuz. Bu ülkede sınıfsal çelişkiler hep vardı, işçi mücadeleleri de vardı. 10 yıl önce olmayıp da bugün olan şey ne?

Bekir Ağırdır: Uzunca bir süreçten bakınca şöyle bir şey gözlemlemek mümkün: AK Parti’nin tarihi ya da Türkiye’nin son 40 yılı ya da bütün dünyanın çağ değişimi dediği hikâye… Türkiye birazcık gecikmiş modernleşme yaşıyor, diyorum. Benim modernlikten kastım, gündelik pratik anlamında; yeme içme anlayışından giyim kuşamına kadar. Ya da tatil anlayışı, eğlence anlayışı gibi kentli pratiklere dönmek diyelim. Batı’nın ta 50’lerde, 60’larda yaşadığı meseleyi Türkiye 40 yıldır hızlandırarak yaşıyor.

Endüstrileşme denilen şey; hem köylerden kentlere doğru göç, direkt endüstriyel kol gücü meselesi. Hem de tabii kentler büyüdükçe, metropolleştikçe, o metropolün kendi ürettiği temizlikten simit satıcılığına kadar, sadece endüstriyel üretim bantlarına emek olmaktan öte bir başka marjinal emek yükseldi geldi. Biz araştırmalarda “diğer çalışan” diyoruz. Ev temizliğine giden, hasta bakan, çocuk bakanlar, simitçiler ya da kuaförlerdeki manikür pedikürcülere kadar hem sosyal güvencesiz hem örgütsüz hem tanımlanamayan, kategorik olarak şu grubun insanları deyip hadi bunu örgütleyelim denemeyen, bir mekânsal tanımı, ulaşılabilirliği de kolay olmayan, örgütsüz olduğu için de son derece zayıf olan bir başka emek çeşidi.

2008’den sonra durum değişti ama…

Bence Türkiye’de geleneksel olarak emek-sermaye çelişkisi hiçbir zaman büyük oranda çatışmacı bir karaktere dönmedi. 2008’e kadar bence bu süreç böyle geldi ama 2008’den sonra durum değişti. 2008 demem de zamansal olarak kolay tarif edebilelim diye. 2008 küresel finans krizinin etkilerinin yoğun yaşandığı bir dönemdi. 2009’da yerel seçimler oldu. AK Parti oyu yüzde 48’lerden yüzde 39’a düştü. Seçmen belki daha o an bile “rasyonel seçmen davranışı” dediğimiz, ülkenin ekonomik hayatından oy verdi.

Ama sonra… Bu kültürel kimlik meselesi her zaman bu ülkede vardı. Özellikle mesela, AK Parti’ye omuz veren bir grup entelektüel, 2008’de biz “kutuplaşma var” dediğimizde (ilk kutuplaşma tespiti yaptığımızda 2008’di), “Yahu bu oldum bittim var bu topraklarda, ne kutuplaşması” diliyle eleştirildi. Halbuki işin ilginç kısmını, 2008’de hiç unutmuyorum bir araştırma yapmıştık, tüketim ilişkisi vardı kültürel kimliklerle. O kimliklerle tüketim ilişkisinin “haram gıda”-“helal gıda” gibi kültürel normlara dayalı kısımları var. Literatür de onu biliyor. Ama siyasi kutuplaşmayla tüketim ilişkisi, hatırlanırsa Ülker boykotu falan gibi birtakım şeyler yaygınlaşmaya başlayınca böyle bir sayısal tespitimiz de olmuştu.

Kanaatim o ki AK Parti o andan itibaren, 2009 seçimlerinden itibaren bu kültürel kimlikler arasındaki farklılığı ya da kimliklerin giderek önem kazanmasını bir kutuplaşma siyasetine çevirmekten de yarar umdu ve bilinçli olarak politikalarını böyle kurmaya başladı.

Kimliklere sıkışmak

AK Parti’nin bu topraklara yaptığı en büyük kötülük, zaten oldum bittim önemli olan kültürel farklılaşmaların çatışmacı bir karaktere dönüşmesini tetiklemesi oldu. Yani o güne kadar diyelim yine sınıfsal bir yerden o yardım politikalarını, sosyal politikaları kurguluyorduysa bile 2009’dan itibaren sınıfsal olanın kendi içinde de kendine yakın olanlar ve olmayanlar diye ayırt etmek, partizanlık, başka bir şeye doğru çevirmeye başladı. Seçmeni AK Partilileştirmek diyorum ben, böyle bir dönem başladı. Onu da bilerek ve isteyerek manipüle etti.

2013’ten itibaren artık başka bir yere döndü ama sonuçta öyle bir noktaya gelindi ki, tek taraflı da değil elbette, karşıdaki başka söylemler karşılıklı olarak da birbirini çoğalttı ama ülke kentleşmenin, hukukun üstünlüğüne inancın azalmasının, bazıları bu ritmin doğal problemleri, bir kısmı siyaseten çözemediğimiz için problem haline dönüşmüş birtakım sıradan gündelik meseleler, bir kutuplaşma ve çatışma konusu oldu. Benim “kimliklere sıkışma” dediğim bir sürece gelindi. Orada ben “üç Türkiye” diyorum kitapta da (Hikayesini Arayan Gelecek); muhafazakârlar, sekülerler ve Kürtler gibi. İlla birbirinin simetrisi olmayabilir. Yani bir taraftakiler illa Kürt düşmanlığından dolayı değil ya da illa sekülerler din düşmanlığından ya da din karşıtlığından da değil, asimetrik de olsa orada bir kimliklere sıkışma ve kutuplaşma oluştu bizim tespitimize göre.

Soyut kimliğin anlatısı gerçek sorun karşısında eriyor

Şimdi, benim değişiyor dediğim şey şu: Birincisi, tabii ki bu ekonomik krizin ağırlığı, dehşet bir reel sorun. O reel sorun, yani işsizlik vs., kimlik gibi veya siyasi anlatılar gibi soyut anlatıların hararetini alıyor. İkincisi yoksulluk ve adaletsizlik kalıcılaşıyor gibi bir tezim var benim.

Ben Anadolu’da bir kasabada doğdum. Ahlaklı insan olarak, alınterinle çalışarak, eğitim ve diplomanın verdiği imkânları da kullanarak daha iyi bir hayata doğru ulaşmak ve dönüp o geleneksel roller, ahlaki referanslarla aileye de bu konuda destek olmak… Benim özellikle Anadolu’daki Kuran kursu talebine dair şöyle bir tezim var: Her aile bilir ki iki ayda Arapça öğreneceksin, Kuran hatmedeceksin diye bir şey yok. Ama ahlaki referansı öğrensin de çocuk okumaya gidince bizi unutmasın buralarda diye düşünür. Çünkü hukuka güvenmiyor, toplumsal kurumlara güvenmiyor, o zaman ahlaki referansını yeniden üretmeye çalışıyor… Sadece din öğrenme meselesi değil ahlaki referanslara sahip olmak gibi geliyor bana.

Şimdiyse, birincisi, ekonomik durumun ürettiği sonuçlar; ikincisi, AK Parti’nin ulusal ölçekte bütün kutuplaşma ve partizanlıkları çok daha acımasızca her gün her alanda tekrarlıyor olması bütün ile bu hikâye bozuluyor. Medyada yazılıp yazılmamasının önemi yok ki herkes kasabasında görüyor. Partili olduğu zaman çocuklarının nasıl tayin edildiğini, hak etmediği halde devlette nasıl memur olduğunu… Herkes gözlüyor görüyor birbirini ve bu kadar yaygınlaşmış olması, yerellerde, neredeyse hemen her kasabada bile, her gün ve çok fütursuzca tekrarlanır hale gelmesi o soyut kimliğin anlatılarını gerçek sorun karşısında eritiyor.

Bizim araştırmalarda da görünüyor. Hanelerdeki geçinme duygusuna dair, ekonomik olarak kaç para alıyorsun, kaç para harcamaya ihtiyacın var gibi sayısal değilse de en azından kendi algı dünyası üzerinden şöyle bir soruyu her araştırmada kullanıyoruz: Geçen ay geçimine dair şu cümlelerden hangisi doğrusu? “Eksik kaldı”, “Borçlandım”, “Kıt kanaat denk getirdim” gibi seçenekler var. Bakıyorsun, tasarruf yapabilen haneler giderek azalıyor. Yani geliri giderinden çok olabilen haneler azalıyor.

Yoksulluğun ve adaletsizliğin kalıcılaşmasını gördükçe

Bir başka rapor vardı, bizim araştırmayla onu birbirine bağlayarak söyleyeyim; bizim araştırmadan gözlediğimiz, hanelerin gelirinin yarısı artık ücret gelirine dönüşmüş durumda. Kendi girişim geliri, çiftçi geliri, esnaf geliri falan değil yarısı ücret gelirine dönüşmüş durumda. O noktada OECD’nin bir raporu var, Türkiye’deki ücretlilerin yüzde 43’ü asgari ücretli. Şimdi bu dehşet bir şey. İnsanlar ankette eksik söylüyorlar fazla söylüyorlar ayrı bahis, ama bu reel sorun, bu sayılar karşısında bile ekonomik problemin nasıl öne çıkıyor olduğunu anlıyorsun.

Hep deniyordu ya: “AK Parti yoksullardan oy alıyor, eğitimsizlerden oy alıyor…” E şimdi aynı insanlar doğal olarak bütün bu gidişattan da faturayı bu tarafa doğru kesiyor. Meselenin sadece partizanlık meselesi olmadığını, yoksulluk ve adaletsizliğin kalıcılaşmasını içselleştirme meselesi olduğunu gördükçe de öfkeleniyor. Çünkü hiç kimsenin bunu içselleştirme şansı yok. Duygu dünyası olarak çok kabul edilebilir bir şey de değil.

O insanların kendi deneyimleri içinde yakaladıkları başka ipuçları var

Bir dönem, örneğin taşeronlaştırma sürecinde, görece güvenceli işini kaybeden işçi bunu bir kayıp olarak görüyordu ama yerine onun üçte biri ücretine işe başlayan, kente yeni gelmiş işçi bunu bir ilerleme, fırsat olarak görüyordu. Ya da Sağlıkta Dönüşüm Programı ile pek çok yoksul mahalleli evinin yakınındaki özel poliklinikte tedavi görebilmeye başladı. Toplumsal muhalefetin “ücretler düşüyor”, “sağlık özelleştiriliyor” sloganlarının işe yaramadığı bir dönem oldu. Bu, işin bir tarafı. İkinci tarafında da şöyle bir şey var. Mesela Ordu’da öfkeli kalabalıkların yollara döküldüğü fındık eylemleri vardı, bir yerel seçimler öncesiydi, “AKP kaybetti” dedi herkes. Tam tersi oldu. Büyük şehirlerdeki kentsel dönüşümlerde AKP kimliklerinin kırıldığı, yerel yöneticilere öfke kusulduğu, kitlesel eylemlerin örgütlendiği mahallelerde AKP yine birinci parti çıkabilmişti. Aynı kişiler AKP’ye oy da veriyorlardı. Uzun süre AKP’lilik duygusu sağlam bir bariyerken son yerel seçimlerde başka bir durum gördük. Neden sizce?

Partizanlık böldü. Pasta da küçüldükçe… Büyük ihalelerde 5’li çeteyse, onun bir küçük modeli de her bir yerelde var. Dolayısıyla kendi içlerinde aynı duygu halinde olan insanlar bile bu adaletsizlik meselesini her gün o kadar sık deneyimliyorlar ki. O kendi gözlemleri çok önemli bence. Biz onu bir miktar ıskalıyoruz.

Şöyle bir anekdot anlatayım. Ben Denizliliyim, babam vefat etmişti geçen yıl bu sıralar; “koronadan sayıları devlet tam doğru söylüyor söylemiyor” tartışmalarının da yoğun olduğu dönem. Ölü sayısı bile tam verilmiyor. Evde konuşurken, benim 85 yaşındaki cahil anam, “Yahu bizim camide günde okunan salayı ben biliyorum” dedi. Televizyon söylese ne olacak, söylemese ne olacak. O insanların kendi sezgileriyle, kendi deneyimleri içinde yakaladıkları başka ipuçları var. Biz hala Cengiz İnşaat’ı görüyoruz, İstanbul Havalimanı’na verilen yolcu garantisini görüyoruz. Doğru ama insanlarda uyanma üreten şey AK Parti’nin bu işi bu kadar fütursuzca ve her bir yerelde yeniden yeniden inşa etmiş olmasıdır. Dolayısıyla fındık işçisi, evet o gün öyle düşünüyordu belki ama ilk defa sosyal yardımlarla tanışmıştı ve “Sıra bana da gelecek” diyordu, mahallesindeki polikliniğe gidiyordu. Ama şimdi yıllar geçtikten sonra, fındık fiyatından şikâyet ederken beraber olduğu komşusunun oğlunun hiç hak etmediği halde bir anda Tarım Bakanlığı’nda bölge müdürü olduğunu deneyimliyor. O duygu hali bunların sonunu getirecek. Oradaki öfke büyük.

Gecekondudaki çocuğun kulelere bakarken hissettiği

Bir de büyük kentlerde ikili hayat, gecekondu ile lüks alanların yan yana olması, literatürde de bilinir ama bu kadar da göz göre göre yapılması… Beykoz Konakları’ndan çıkıyorsun, girdiğin mahalleye bak. Bu sadece Beykoz Konakları’nda değil ki. Gültepe’nin göbeğinde bile şimdi o Nef İnşaat’ın yaptığı kuleler var. Ya da Bomonti’deki inşaatlara bak. Orada çok tipik bir örnek var. Hala arada gecekondu var üç-beş tane, her seferinde onun önünde bir frene basıp bakıyorum. Buradaki bir çocuk bu kulelere bakıp ne hissediyor olabilir? Bu deneyimin, bu kadar hoyratlığın; havaya, suya, toprağa ve insana, diğer komşusuna bu kadar hoyratlığın bir duygusal tepkisi var bence. Şimdi bu ekonomik krizle bir arada daha somut hale gelince şöyle bir şey hissediyorum: İnsanlarda tekrar, arzuladığımız, olmasını istediğimiz empati duygusu güçlenmeye başladı. Çünkü görüyor ki karşı komşusu da aynı dertten muzdarip. Türk-Kürt fark etmiyor. Ya da taşeronda çalışan sosyal güvencesiz işçi olmak fark ediyor. Adını koyamıyor olabilir ama artık “karnım ağrıyor”u hissediyorlar. Karın ağrısının adını çaresini söyleyemiyor olsa da bir reel problem var.

Dipte kabaran bir şey var

Pandemi ve pandemiyle birlikte yaşanan bu ekonomik kriz ipi kopardı gibi geliyor bana. BİM’le Migros farkı bile o sınıfsal farkın ne kadar somut bir şey olduğunu insanların gözüne sokuyor. Yani bizi ilgilendiren tarafı ilk anda BİM’in ucuz market olması, aynı zamanda bir siyasi proje olması vs. İnsanlar BİM’den de alıyorlar, bundan da mutlular, ucuz fiyata alıyor. Ama bir yandan BİM’den alırken Migros’tan alamıyor olmaktan dolayı ters öfke oluşmaya başladı gibi hissediyorum. Terse dönen, burada dipte kabaran bir şey var. Karınları ağrıyor özü itibariyle. Ama şimdi ona karşılık Apranax mı içecek, Novalgin mi içecek o başka bir şey. Ondan sonrası işte sendikacılığın, örgütçülüğün, particiliğin, sivil toplumculuğun üreteceği dünyalar. Ama bir rahatsızlık var ve insanlar ilk kez o rahatsızlığın sadece Türk-Kürt olmak, dindar-dindar olmamak, başı açık-kapalı olmak olmadığını, daha ekonomik bir mesele olduğunu hissediyor artık. Şimdi eğer önlerine doğru örgütlenme modelleri, doğru söylemler kurulabilirse, orada müthiş bir enerji birikmesi olduğunu sanıyorum.

Aynı şey çevre ve kadın meselelerinde de öyle. Ahlaki referansı değiştiği için değil, çok bilinçlendiği için değil ama metropole geldikçe geçinemiyor, geçinemediğini gördükçe, kadının dahil olmadığı bir hayat yerine, önce mahcup mahcup ‘yan komşuya çocuk bakmaya gitse’ye razı oluyor ama bir yerden sonra hikâye değişiyor. O ahlaki referansları unuttuğundan da değil. Günah korkusundan vazgeçtiğinden de değil. Ama kadın da çalışmadan evin genç kızı da çalışmadan geçinemiyor olduğunu gördüğü andan itibaren hikâyenin başka bir şey olduğunu fark ediyor. Adını koyamıyor belki, karnım ağrıyor diyor şimdi doktora.

Mahalle mahalle sendika örgütlemeye kalkışsak

Bu durumun sendikalar için, STK’lar için, bütün örgütlü mücadele için bir fırsat alanı açtığını düşünüyorum. Ama orada da tabii model meselelerimiz var. Bugünkü sendikacılık hala işkolu bazında. Mekân bazında olsa; mahalle mahalle sendika örgütlemeye kalkışsak ya da organize sanayi bölgeleri başına ayrı sendikalar tayin etsek, örgütlenme modelini değiştirsek belki başka fırsat alanı olacak. Aynı şey STK’lar meselesinde de…. Ama biz hala eski geleneksel örgüt modelinde ısrar ettiğimiz için. Yani sivil toplum için gönüllülük arzumuz var. Sendikalar için benzer işkolunda olmak arzumuz var. O da yürümüyor. Başka modeller düşünmemiz lazım. Öyle bir enerjinin şu anda gelişiyor olduğunu sanıyorum.

Aslında bu tartışma sendikal hareket içinde uzun süre önce yapıldı ve uluslararası alanda şimdi miadını da doldurmuş olan çeşitli pratik modeller gelişti, Toplumsal Hareket Sendikacılığı kavramı etrafında tartışıldı, Türkiye’de de benzer pratikler üretilmeye çalışılıyordu. Belki de bazı tartışmalar biraz erken yapıldı…

Şimdi belki zamanı. Belki de Gebze Organize Sanayii Bölgesi diye sendikalaşmak doğru; aynı Gebze OSB içinde tekstilciler ayrı, madenciler ayrı yerine… Belki de oradan yürüsek daha başarılı olacağız.

Önümüzdeki seçimde sistemi değiştirebilecek siyasal güç oluşmayacak

Karın ağrısının siyasette de yansımaları olacağını söylüyorsunuz. Deniz Baykal’ın Ricky Martin şarkılarıyla sahne aldığı ve “özelleştirmeleri savunacağız” diyerek sosyal demokraside yenilenmeye giriştiği bir dönemden şimdi bütün partilerin işçi sınıfının beklentilerine seslenen vaatleri de dillendirdiği bir döneme geldik. Örneğin 1 Kasım seçimlerinin gözden kaçan bir tarafı şuydu; o baskı ve terör ile geçen seçim kampanyası döneminde aynı zamanda daha önce alışık olmadığımız biçimde işçi sınıfının talepleri hem iktidar hem de muhalefet partisi tarafından gündeme alınmıştı. Taşerona kadro vaadi ve asgari ücrete yüksek bir zam gündeme o dönem geldi. Belli ki işçi sınıfının beklentilerinin partilerin söylemlerine yine yansımaları olacak. Peki siyaset sahnesindeki yansıma sadece sınıfın taleplerinin söylemlere yansıması olarak mı kalacak? Nasıl yansımalar bekliyorsunuz? Yeni aktörler gelişir mi? Bir şansı var mı?

Var. Şimdi çok uçuk gelebilir söyleyeceğim şey ama birkaç aydır ben şöyle bir noktaya geldim. Herkes önümüzdeki seçim bir tarihi kırılmaymış psikolojisiyle hazırlanıyor ve konuşuyor ya, her seçimden önce öyle düşünülüyor ya; bu seçim de gerçekten hem Cumhuriyet’in 100. yılı, hem iktidarın dilinde var “bundan sonra artık başka bir şey” diye… Şöyle bir kanaatim var benim: Sekmeli olacak seçim ya da bu kırılma sekmeli yaşanacak. “Sekmeli”den kastım şu: Önümüzdeki seçimde evet bunlar kaybetseler bile, ki kaybetme ihtimalleri çok yüksek, sistemi değiştirmeye ulaşacak siyasal güç oluşmayacak. Bir ihtimal. Çünkü Kürtlerin olmadığı, sol fikriyatın olmadığı, neredeyse merkez sağı yeniden inşa eden ittifak o büyük sayısal çoğunluğa ulaşamayacak zaten. 50,1’le seçimi kazanabilir, cumhurbaşkanı olabilir ama Ekrem İmamoğlu’nun olduğu gibi; bak işte Meclis’ten karar bile geçiremiyorsun. Ama o durum da sürdürülemeyeceği için, karşı karşıya olduğumuz problemler çok ağır olduğu için belki de 1,5-2 yıl sonra ikinci seçimi konuşuyor olacağız. Yani bu seçim sadece arabayı buzlu yolda tutma seçimi olacak ama hangi kavşağa gireceğinin seçimi belki ikinci seçimde olacak. Bu seçim sağ sol ayrımı yapmadan geniş ittifak mı, şu andaki iktidar mı gibi bir yerden oynanırken ya da gerilim ya da oylar öyle teşekkül ederken ikinci seçim işte sağ-sol üzerinden oluşacak.

Akşener ne demek istedi?

Bana sorarsanız İyi Parti’nin kurduğu strateji de böyle bir strateji. Meral hanım “Ben cumhurbaşkanlığına değil başbakanlığa talibim” derken aslında birinci seçimle ikinci seçim arasındaki o iki yılda ana muhalefet lideri olmayı ve ikinci seçime başbakan adayı ve birinci parti olma hedefiyle girmeyi planlıyor. Belki bu kadar net tarif etmemiş olabilirler. Çok muhtemel ki önümüzdeki seçimde hepimizin arzuladığı aday olsa da olmasa da, HDP ve sol partiler dahil edilse de edilmese de bir biçimde cumhurbaşkanlığı seçimini muhalefet kazanacak ama o değişim hatta onların sadece parlamenter sistem dedikleri şeye bile dönüştürülecek bir siyasal güce ulaşılamayacak. O zaman da ülke, en parlak adamı da seçsek, ister Daron Acemoğlu’nu getir ister İsmet İnönü’yü getir, bütün bu saçma sapan yetkilerle bir insan cumhurbaşkanı olacak. O anda partilerin falan hükmü yok.

İlk seçimde sorunlar çözülemeyecek, ikinci seçimde sınıfsal çekişme öne çıkacak

Sorun şurada: Bir insan bütün bu problemi çözebilir mi? Ekonomideki ayrı, siyasetteki ayrı, güvenlik bürokrasisindeki meseleler ayrı, İstanbul bütün dünyanın suç merkezi olmuş kayıt dışı paranın merkezi olmuş, bunlarla uğraşmak ayrı. Ve yapamayacak. Çünkü bu bir kadro meselesi ve iki başkan yardımcısı tayin etmekten ibaret bir şey değil ki. En az 50-60 tane sağlam vali, en az 500 tane sağlam bürokrat vs. vs. Başkan adayı olarak senin bunları kurgulama imkânın yok, o partilerin meselesi. O güce de ulaşamadıklarına göre, ulaşamayacaklarına göre, o zaman da muhtemeldir ki 1,5-2 yıl sonra yeni bir seçim, yani sekmeli değişim dediğim olasılık bence bu. En azından bugünden bu olasılık daha güçlü görünüyor bana. Hayat değişir 6 ay sonra başka şeyler konuşuruz onu bilmiyorum ama bugünden bakınca böyle bir sekmeli değişim görünüyor. Birinci seçimde ana motivasyon iktidar yandaşlığı ve karşıtlığı saflaşması ya da bu iktidarı durdurmak üzerinden çalışacak. Asıl ikinci seçim sağ-sol ya da sınıfsal çekişme üzerinden veya Kürt meselesi üzerinden çalışacak gibi geliyor bana.

Dolayısıyla senin sorduğun sorunun cevabı, hemen bugüne yansıması belki olmayacak. Ama şöyle bir yansıması da var bir yandan tabii: Oylara ya da hayatı örgütleyici bir güce dönüşemiyor belki ama siyasetle meşgul olan insanlarda veya seçimlere dönük çalışan insanlarda, partilerin ortak akıllarında farkındalık yükselişi var. Onun için bütün partiler şimdi harıl harıl ekonomik program çalışıyor. O ekonomi programları ilan edildiğinde göreceğiz. Dikkat edin, o programların hepsinde bir biçimde bu emek meselesi de arzuladığımız güçte değilse de var.

Başka bir yönetim modeli, başka bir mülkiyet yapısı tartışmamız gerekiyor

Ama ben mesela şöyle bir tartışmayı artık gündeme getirmenin zamanıdır diyorum. Uzun süredir de partilerle ya da sivil toplumdaki birtakım gruplarda dillendiriyorum. Özelleştirmelerden bahsettiğin için söylüyorum, o da şu: Benim üç Türkiye analizinden bakarsak, diyelim kendi ekonomik dinamikleri güçlenmiş bir coğrafya var, orada düzenleme rolleri, teşvik tedbirleri, Ar-Ge, inovasyon falan önemli. Ama orta Anadolu, Karadeniz’de ise ekonomik aktörler, dinamikler yeterince güçlenmemiş orada devletin başka roller üstlenmesi lazım. Veya güneydoğuda ise hiç aktör veya dinamik yok. Serbest piyasa desen ne olacak? Her şeyi özelleştirsen ne olacak? Demek ki yeniden başka bir kamu yatırımı ya da kamunun ya da yerel yönetimlerin ekonomik aktör olduğu başka bir şeyi tartışmamız lazım.

Ya da coğrafyadan konuşmayalım da sorun alanlarından konuşalım. Kentsel dönüşüm meselesi… Mesela Fikirtepe ya da Çeliktepe… Çeliktepe’yi bugün parlak yapan şey ne? İstanbul’un göbeğinde bir alan değil mi? Fikirtepe’yi bugün parlak yapıp müteahhitleri oraya o kadar yatırıma teşvik eden. Hükümeti 50 tane özel teşvik veya yasa çıkartıp Fikirtepe, Fikirtepe diye uğraştıran şey oradaki rant vaadi. Peki o rant vaadini üreten o mekân oraya gelene kadar oradaki insanlar oranın çamuruna susuzluğuna, arabasızlığına, elektriksizliğine katlanan, 70 yıldır orayı Fikirtepe, Çeliktepe yapan insanlar var. Şimdi bu insanlar bu ranttan hiçbir pay alamıyor. 70 yılın karşılığı, elindeki gecekondu ya da dair kaç metrekareyse, ona orantılı bir şey alıyor müteahhitten. Belki de şunu konuşmamız lazım, önerilerimden birisi oydu: Fikirtepe ya da Çeliktepe’deki insanların bir kooperatif kurmasını teşvik edelim. Hepsi de bir hisseyle ortak olsun. Bir kooperatif ya da şirket, neyse. O şirket var, belediye var ve de müteahhit var. Üçünün ortak olacağı yeni bir üst şirket kuralım. O şirket bütün bu rantı müteahhit alacağına üçte bir üçte bir üçte bir paylaşsın. Belediye kendine kalan payla oranın altyapısını yapsın. Fikirtepe’de o kulelere o kadar parayı veriyorlar müteahhitten alıyorlar. Ama oranın altyapı yatırımları senin benim vergimle yapıldı. Oraya giriş çıkış yolları da senin benim vergimle yapıldı. Belediyenin payı olan üçte birle bunlar yapılsın. Öbür üçte biri de vatandaş kendinin o 70 yıllık tarihi emeğinin karşılığı diye pay alıyor olsun. Şimdi bu serbest piyasaya mı uzar, liberalliğe mi uyar, ben onu bilmem. Ama başka bir yönetim modeli, başka bir mülkiyet yapısı tartışmamız gerekiyor. Güneydoğuda belki Sümerbank’ı açmayı konuşmamız lazım.

Hayatı kurmak konusunda daha aktif olmalıyız

Ekim ortasında TÜSİAD “Geleceği İnşa” diye bir rapor hazırladı. “TÜSİAD’ın şimdi iktidarla koalisyonları bozuluyor…” gibi sınıfsal, şehvetli paragraflar kurabiliriz ama bir yandan da şöyle de bakmak mümkün; o raporun içindeki bazı şeylere bakarsan, gelir adaletsizliği, asgari ücret meselelerine TÜSİAD bile “böyle gidemez” diyor. Şimdi mesela DİSK de bir kalkınma raporu hazırlamalı ve siyaseti bunları tartışmaya doğru itmeliyiz. Sadece aktörlerin görmesinden değil, “TÜSİAD şöyle, DİSK böyle” demekten değil, seçim öncesi yaşanan süreci de genel olarak bütün bu hayattaki değişimleri bir tartışma ortamıyla yeniden öğrenme süreci gibi kurgulamak ve o anlamda bütün bu hikâyeyi yeniden düşünme fırsatı olarak görmek mümkün. Kategorik olarak yeniden bir “haklı çıktık, onlar haksız çıktı” tartışmasından mutluluk üretebiliriz elbette ama senin benim gibi düşünen insanlar hala hayatı kurmak konusunda kenarda duruyoruz, biraz daha aktif olmak için ne yapacağımızı da düşünmemiz lazım.

Değişimin ana taşıyıcı enerjilerinden biri metropollü hayatın içinde doğup büyüyenlerde

Yenilenme görevini sırtlanabilecek olan özel bir toplumsal kesime işaret etmek istersek, “ezilenler” ya da “işçi sınıfı” gibi genel kavramların ötesinde, yaptığınız araştırma ve ölçümleri de dikkate alarak, hangi özel toplumsal kesimin kritik bir hareketlilik ve role sahip olduğundan söz edebiliriz?

“Gençler” deniyor da mesela, ben Z kuşağı Y kuşağı gibi adlandırmalara da itiraz ediyorum. Batıda anlaşılır bir şey olabilir ama bizdeki asıl hikâye şurada değişiyor. O gençlerin içinde, monolitik bir kültürün hâkim olduğu geleneksel kasabada veya şehirde doğup büyüyenlerle, iyi, güzel, doğruyu öğrendiği ilk 7 yaş evresini burada yaşayanlarla İstanbul, Ankara gibi bir yerde doğup büyüyenler farklı. Senin, benim büyümemizle çocuklarımızın büyüdüğü ortam farklı. Ben monolitik bir kültürde büyümüştüm; herkes Sünni, herkes Türk. Ayıp deyince herkes aynı şeyi anlıyordu sokakta da evin içinde de. Ama İstanbul’da benim kızım için durum başka. Bu anekdotu hep anlatıyorum: Benim kızı her yaz geleneksel şeyleri öğrensin diye gönderirdik dedesinin, anneannesinin yanına. 7 yaşındayken, “havaalanında dikkat et, dedenin yanında şöyle davran, böyle davran” anlatıyorum, şöyle bir cümle kurmuştu: “İstanbul’da Allah yok, Denizli’de Allah var.” 7 yaşında öyle kodlamış. “Orada ezan okunurken âmin demek doğrudur” diyor, “burada kimse takmıyor.”

Bugün yetişkin nüfus içinde metropollerde doğup büyümüş, bu çoklu hayatın içine doğup büyümüş çocuklar yüzde 27-28’e geldi. İstanbul’da artan nüfusun neredeyse yüzde 80’i kendi doğum hızından geliyor. Onlar yüzde 40’lara doğru ulaştıklarında, zaten 8-10 sene sonra bütün bankaların genel müdürleri de partilerin il yönetimlerinin genel kurulları da bu insanlardan oluşacak haliyle. Ana taşıyıcı enerjilerden bir tanesi, muhafazakâr ya da seküler hangi aileye doğup doğmadıklarından daha çok, bu metropollü çoklu hayatın içine doğmuş ve bunu veri kabul edenler diyelim. Bizler gibi sonradan “Aa Kürt de varmış, aa başörtülü arkadaşım var” gibi meseleye bilinçli tercihlerle ya da içgüdüsel olarak bile bakmıyor. Verili hal olarak bakıyor. Birinci söyleyebileceğim şey o.

AK Parti iktidarının sonunu bu yüzde 10’luk küme getirecek

İkincisi şöyle bir küme var, bizim araştırmalarımızda da bulduğumuz. Tam oranını da söyleyeyim: yüzde 9,8. Yüzde 10 diyorum ben. Aslında muhafazakâr ailelerden gelme, değer dünyalarına baktığınız zaman hala belki de muhafazakâr değerleri güçlü, türbanlı da olabilirler ya da hala kendini dindar diye tanımlıyor, ama gündelik hayat pratikleri senin benim kadar kentleşmiş, modernleşmiş ve de mesela nasıl evde babasına, ataerkilliğe itiraz ediyorsa, Tayyip Erdoğan’ın sosyal medyaya baskısına da aynı ataerkillik üzerinden itiraz eden bir kesim. Tam yeni orta sınıf da diyemeyeceğim ama aslında AK Partili aile çocukları ama senin benim kadar kentleşmişler, hayatla ilişkileri de dindarlık üzerinden değil yine özgürlük üzerinden, haz-keyif üzerinden kuruluyor. Bunların zihin dünyaları, bizim şimdiye kadar Türkiye’de tanımladığımız muhafazakâr dünyadan farklı. Pratikleri de farklı. Çünkü onlar da senin benim kadar özgürlükçü. Onlar da senin benim kadar batı müziği ile ilgili.

Hep şu örneği veriyorum. Deniz Çakır olayı vardı ya, kafede türbanlı kızlara küfretti diye dava açıldı, o çok ilginç bir olaydı. Beş tane türbanlı kız, Zorlu Performans Sanatları Merkezi’nde caz konserine gidiyor. Deniz Çakır da arkadaşlarıyla aynı caz konserine gidiyor. Birbirlerini tanıyan gruplar değil bunlar. İki grup da çıkıp ayrı ayrı 22.30’da Vakkorama
Cafe’ye oturuyorlar. Markalar şunun için önemli: Vakkorama Cafe, Beyoğlu’ndaki çaycı değil. Fiyatı ona göre, oradaki yaşam gustosu ona göre. Tartışma da orada oluyor. Deniz Çakır onlara “Ulan buraya da mı geldiniz?” dedi diye çıngar çıkıyor. AK Parti’nin iktidarının sonunu getirecek olanlar bu yüzde 10’luk küme. Anayasa Değişikliği Referandumu’nda hayır oyu için ciddi ciddi çalışanlar da bunlardı. Ekrem İmamoğlu için hareketlenen küme de buydu. Ekrem İmamoğlu diye değil ama bu adaletsizlik yapılır mı diye. 31 Mart’a gelip oy vermedikleri halde 23 Haziran’a gelip oy verenler bunlardı. O 8 puanlık farkın 4 puanı bunlardı. Orada bir enerji var. Onlar da çünkü senin benim kadar özgürlükten bakıyorlar meseleye. Demokrasiden bakıyorlar ama değer dünyaları, gündelik pratikteki birtakım referansları hala muhafazakâr dünyadan besleniyor.

Bunlar artık neyin olmaması gerektiğini biliyorlar. Hani o türban mücadelesi her ne kadar “özgürlük mücadelesi”yse de bulundukları ortam itibariyle başka referansları da vardı. Halbuki işte şimdi kendi hayatlarına dair kararlar konusunda gerçekten özgürlük mücadelesi veriyorlar. O enerji çok değerli diye düşünüyorum.

Çevre ve iklim değişikliği konusunda müthiş bir duyarlılık var

Çevre meselelerinde, bütün yaptığımız araştırmaların gösterdiği şöyle bir sorunumuz var. Yeşil aktivist hareketlerin jargonuyla bizim sade vatandaşın jargonu aynı değil. Biraz da aynı kavramlarla konuşmadığımız için “bu duyarlılık yok mu bu ülkede” falan diyoruz. Ama kendi jargonlarıyla müthiş bir duyarlılık var. Avrupa İklim Vakfı ile birlikte üç yıldır neredeyse her sene iki araştırma yapıp geliyoruz. İklim değişikliği konusunda müthiş bir farkındalık var aslında. Sadece o jargon sorunu var. Biraz egzajere ederek anlatayım: nanoteknoloji ile üretilmiş pantolon, elde tablet, sükseli montlar, ciple gidiyorum İkizdere’ye, şöyle yapın, böyle yapın diyorum. Sonra gelip diyorum ki “abi anlamıyorlar” ya. Halbuki onlar kendi kelimeleriyle başka bir yerden mücadele ediyorlar. Hükümet de bunu tam anlamıyor. Hala içlerinde “teröristler” var, şunlar bunlar örgütlüyor sanıyor. Ama o Yırca Köyü’ndeki kadın gerçekten kendi zeytin ağacının, kendi geleceğinin derdinde. Orada müthiş bir enerji var. Sadece doğru örgütlenme meselesi ile ilgili bir sıkıntı var. Aynı zamanda şöyle bir fırsat alanı var. Özellikle çevre problemlerinde karşı muhatap çoğu zaman şirketler ya, devlete karşı çıkmakla şirketlere direnmek konusundaki farkı ve fırsatı gördükleri oranda buradaki hareketlilik ve eylemlilik yükseliyor. Bu ülkenin insanlarının DNA’larında devlet meselesi var, onu da kabul etmemiz lazım. Halbuki burada şirketlerle mücadele ederken aynı duygu onda el freni görevi üretmiyor. Aksine hayatını savunuyor.

Ya da devlete itirazında kolaylaştırıcı bir şey mi oluyor? İkizdere’de jandarmayla karşı karşıya geliyor, “Siz Cengiz’in jandarması mısınız?” diye çıkışıyor.

Aynen. Çünkü devletin kıyıcı gücü hakkında yeterince tecrübesi var. Halbuki burada şirket oldu mu, karşısındaki gücün kıyıcı kapasitesinin sınırlı olduğunu fark ettiği anda eylemliliği artıyor. O toplumsal bellekte bir mesele var. 500 yıldır bu topraklarda başlamış her hareket şaki diye eşkıya diye bastırılmış.

Ama çevre meselesi doğrudan hayatlarına değdiği için karşılarında kıyma kapasitesi olan devlet değil de şirket olduğunu öğrendikleri oranda eylemlilik artıyor.

Her eylemi bastırıyor ama kadın hareketini bastıramıyorlar

Kadın meselesinde de öyle. Özellikle de metropollü kadınlarda. Yani artık hayatın dışında kalamıyor. Kadına kıyafeti üzerinden müdahale etmek gibi anlayışlar hala var ama müthiş bir hızla azalıyor. Bırak kadınların zihniyetindeki değişimi, erkeklerde bile. Gündelik hayatında hangi durumlarda kanun dışına çıkar diye, 8-9 sene önce sormuşuz. Namus meselesi en yüksek yanıt, yüzde 45 civarı, namus oldu mu kanun manun takmam diyen adamlar. Şimdi o bile yüzde 20’nin altına düşmüş. Şimdi mevcut toplumsal kurumlara güveniyor da onun için alanı boşaltıyor değil. Metropolde o namus dediğin algı da değişiyor. Özellikle metropoldeki kadın hareketinde işte polisi görüyorsun, her eylemi bastırıyor ama kadın hareketini bastıramıyor.

Herkes kendince başka bir şey anlasa da “adalet” istiyor

Kitabınızın girişinde İki Şehrin Hikayesi’nin meşhur pasajını alıntılamıştınız. Her şey mümkün ve yeni bir hikâye, bir ütopya lazım diyorsunuz. Sorunlardan ve öznelerden bahsettik. Bugün her şeyin mümkün olduğu bir noktadan ütopyaya doğru gideceksek, bugün işçileştiğinden, kentlileştiğinden bahsettiğimiz Türkiye toplumunun hangi arzu ve yönelimleri böylesi bir yeni hikâye için size ilham veriyor?

İki şey. Bir, adalet. Tabiî ki adaleti herkes kendince başka bir şey anlıyor. Yoksullarla konuşuyorsan ya da sınıfsal baktığın zaman tabii ki “gelir adaleti” diyor. Kürde baktığın zaman “tanınma adaleti” diyor. Yoksulluğundan ya da burjuvazi olmasından da öte önce tanınma adaleti diyor. Ya da gençle kadınla diyorsan, “katılım adaleti” diyor, “kendime dair karara kendim katılayım” diyor.

Ev içindeki rollerle ilgili bir araştırma yapıyoruz. Evdeki sıradan kararlara katılımdaki rol dağılımına baktığınızda bile müthiş bir değişim var. Ama bir yandan da şöyle bir gerçek var. Mesela çocuğun okuluna dair nihai tercihe hala yüzde 60’tan fazla baba karar veriyor. Bırak çocuğun tercihlerini kadın bile yok karar sürecinin içinde. Mobilyanın rengine karar veriyor belki evet ama mobilyayı ben seçtim diyemiyor. Başka bir mesele var. Ama gördüğümüz oralarda çok ciddi bir değişim var. Ve o adalet kavramında… Bu insanların gözündeki adalet şu; dini referansları da olabilir ama senin benim hak diye konuştuğumuza onlar adalet diyor. Bu müthiş bir şey.

Zihinlerde bir yerde bir şey oluyor

Umut veren ikinci şey de temas meselesi ile ilgili. Sorunların çözülmeden yeniden yeniden yaşanması, bir yandan da metropolleşme ile, ne kadar komşuluk vs. eksiliyor olsa da temas meselesi var sonuçta; aynı mekanlarda yaşama, aynı metrolara, metrobüslere binme hali… Bir de böyle ekonomik sıkıntı ve pandemi binince, empatiyi de çoğaltınca… Bu son 1,5 yıllık evlere kapandığımız süreçte bir dizi araştırma yaptık. “Hiç mi geleceğe dair ortak alanlarımız kalmadı?”, “Ne yapmak lazım siyasete dair?” türünden bir dizi mesele vardı. Kürt meselesi, laiklik meselesi gibi kadim birtakım problemlerde, 2006’dan beri yapıp geldiğimiz birtakım araştırmalar vardı. Ne kadar değişti bazı şeyler diye bir dizi araştırma yaptık. Somut bir şey söyleyeyim. Mesela Kürtlerin anadilde eğitim hakkı hiç gündemde yok değil mi? 2011’de o Anayasa Uzlaşma Komisyonu kurulduğunda bu konuda birçok araştırma yapmıştık. “Kürtlerin anadilde eğitim hakkı olsun” diyenler o zamanlar yüzde 25’miş, şimdi 8 sene sonra yüzde 45. Daha tamam ikna edilmesi gereken 55 var ama 25’ten 45’e çıkmış. Ya da “Anayasa’da resmi dillerin arasında Kürtçe de sayılsın mı sayılmasın mı?” o tarihte 12-13’müş, şimdi 25.

Bazı şeyler, bütün bu tartışmalar biz çözüme ulaşmıyor gibi görünüyor, zihinlerde bir yerde bir şey oluyor. Özellikle her ne kadar hükümetin baskısı olsa da medyadaki bu çeşitlenme, metropollü hayatın getirdiği zorunluluklar, mahalle kavramının olmadığı 80-90 daireli binalarda bir araya gelmeler, beklediğimiz hızda nitelikte olmasa bile bir şey üretiyor. Gördüğümüz şey o.

O nedenle bu teması, ilişki ve diyalog platformlarını çoğaltmak diye bir kodlamam var benim. Her sivil toplum örgütüne ve aktiviste bunu öneriyorum: mümkün olduğunca kendimiz gibilerle değil de karşımızdakilerle ilişki ve diyalog platformunu nasıl kurarız, birbirimizi görüp dinleme fırsatı üretiriz diye. Orada gördüğümüz çok önemli bir değişim var. Hayat pratikleri üzerinde müthiş bir benzeşme hali var. Sınıfsal olanda birazcık da çünkü yoksullukta benzeşme daha yoğun. Ama az önce bahsettiğim muhafazakârlardan beslenen o yüzde 9,8’lik küme de öyle bir şey. Müthiş bir hızla aslında modern pratiklere doğru evriliyorlar. Kültürel birtakım paradigmaları aştığı değiştirdiği oranda da belki değer dünyası da başka bir yere doğru gelecek.

Fikri planda olumlu hareketlenme var ama onu hayata aktaracak dişlilerimiz eksik

Daha da umut veren bir şey de şu: Bir sürü şey soruyorsun, en son da şunu soruyorsun: “Gözünü bir yum. Türkiye nasıl bir ülkeye benzeseydi mutlu olurdun?” Yüzde 60’lardaymış biz bunu ilk sormaya başladığımızda şimdi yüzde 70’i geçti. İnsanların söylediği şeyleri kodladığın zaman yüzde 70’ten fazlası bir Avrupa ülkesi söylüyor. Geri kalan yüzde 30’a yakın da Arap ülkesi, Doğu Asya falan söylemiyor. Yüzde 28-29’u “biz bize benzeriz, ne kime benzeyeceğiz” diyenler. Ama yüzde 70’ten fazla insan için muasır medeniyet hala batı. Şimdi batı derken diyenin tabii ki kültürel ahlaki kodlamaları var, kaygıları var. Ama ekonomik beklentileri ortak. Türk de olsa Kürt de olsa, Sünni de olsa Alevi de olsa, üniversite mezunu da olsa ilkokul mezunu da olsa, ana dürtü ekonomi, hayattan somut beklentisi ekonomiden besleniyor; hanenin dirliği düzenliği dediği şey ve orada da kurumları, kuralları olan ülke diye bakıyor. Yoksa ahlaken biz de Hollandalı gibi olalım ya da bizim kızlarımız da Hollanda’daki gibi yaşasın dediğinden değil. Buna dair de araştırmalarımız var ama Türkiye’de şöyle bir kodlamamız var. Türkiye’de bütün farklılıklarımız ne olursa olsun ortak alan ekonomik beklentilerde biçimleniyor. Korkuları kültürel kimliğinden besleniyor. Yani dindarsa din elden gidiyor mu, kızlar deist mi olacak? Diğer taraftakiler, şeriat mı gelir, falan… Ama ortak hayata dair duygularını belirleyen şey de siyasi tercihleri. Voleybolcu kızların başarısı etrafındaki tartışmayı bile hatırla, sorduğun zaman yüzde 97 insan o kızlarla gurur duyuyor. Ama siyasetten sorunca meseleyi bir tuhaflaşıyor her şey.

Toplumun hala bir arada durmak konusunda, kurumları ve kuralları tanımlı bir ülke ve nizam konusunda ya da mesela “Seçilmişlerin kararları yargı denetimine tabi olsun mu olmasın mı?” konusunda, fikri planda gördüğümüz şey 2011’deki o Anayasa Uzlaşma Komisyonu çalışmaları sırasında yaptığımız bütün çalışmalara göre neredeyse iki katı anlamda olumlu hareketlenme içinde olduğu. Mesele bunu aktaracak mekanizmaları, dişlileri kurmak. Onu öyle düşündüğü halde sokaktaki hayatın farklı çalıştığını düşündüğü için belki orada göstermiyor. O dişlilerimiz eksik. Yoksa zihnen gerçekten çok ciddi bir dönüşüm var.

O buzun öyle kalma şansı yok artık

Şöyle bir metafor kullanıyorum. Zamanın durduğu bir yerde dönmüş bir göle bakıyor gibiyiz. Gölün yüzeyinde bir buz tabakası var. Evet kutuplaşma hala görünüyor, var. Ama altına indiğin anda hayat tarzı, gündelik hayat pratikleri, Kürt meselesi, Alevilik gibi konularda çoğulculaşmaya doğru müthiş filizlenmeler var. Ama o buz tabakasından dolayı o filizler yukarıya çıkamıyor. Ya o filizler buzu dağıtacak parçalayacak ya da güneş o buzu dağıtacak eritecek diyorum. Ama o buzun öyle kalma şansı yok artık. Hareketlenme var buzun altında, toplumda. Şimdi bunun önüne yeni bir hikaye koyabilirsek, hukukun üstünlüğü, ortak yaşam iradesi gibi konularda müthiş bir gayret ve arzu olduğu gibi bir umuda sahibim.

Sendika.Org'a Patreon'dan destek ol