“Sosyalist hareketin kendi kültürel imgeleri üzerinden yürüdüğümüzde sınıfsal çelişkilerin gerçek ahlaki öfkesini taşıyanlarla rastlaşmak, onlarla birleşmek ve onları örgütlemek çok mümkün olmuyor. Yapılması gereken, hayatın ve mücadelenin içinde o aidiyeti yeniden inşa etmek. Sosyalist aidiyeti empoze etmek yerine kavganın içinden o aidiyeti inşa etmek gerekli”
Türkiye’de son süreçteki siyasal atmosferde seçimin bir ağırlığı var. Seçimin ötesinde ana akım muhalefetle Saray-AKP arasındaki iktidar savaşında şekillenen siyasal atmosferin karakteri ise geniş halk kesimlerinin gündelik çelişkileriyle belirleniyor. Yoksulluk da yoksulluğa dair çeşitli önlemler de hem iktidarın hem muhalefetin hiç olmadığı kadar gündeminde.
Bir yandan da ücrete gelirine bağımlılığın ve o ücret gelirinin yetersizliğinin yarattığı yoksulluğun hiç olmadığı kadar yüksek bir seviyede olduğu günlerden geçiyoruz. Bu politik atmosferin dinamiklerini, işçi sınıfının siyasete katılım biçimlerini, sosyalist siyasetin böyle bir atmosferde hangi zemine ayaklarını basacağını Metin Özuğurlu ile konuştuk.
Özuğurlu, geleneksel sendikaların ve sosyalist hareketlerinin krizlerine değinerek yeni süreçte sınıf siyasetinin nasıl kurulabileceğine dair önermelerde bulunuyor.
Tankut Serttaş: Son süreçte Saray-AKP’nin de ana akım muhalefetin de topluma sunduğu vaatler belirgin bir biçimde yoksulluğu törpüleme ya da ücretleri bir miktar daha yükseltme odaklı. Dini ya da kültürel temelli konuşma ve vaatlerden bu noktaya gelmemizi nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce bu süreçte bir dönüm noktası var mı?
Metin Özuğurlu: Türkiye’de her seçim döneminde Erdoğan muhafazakâr kalkınmacı bir parti lideri postuna bürünür. Seçimler arası sürede kullanılan din temelli argümanlar, toplumsal ilişkilerin din temelinde yeniden örgütlenmesine yönelik hamleler, seçim haline girildiğinde yerini “Köprüler yaptık, yollar yaptık, barajlar yaptık” şeklinde kalkınmacı ifadelere bırakır. Muhafazakâr sağın geleneksel karakteridir bu. Yine benzer şekilde seçim sürecine girildi. Bu dönüşümün temel sebeplerinden biri bu. Bu dönüşümün ikinci sebebi ise dünya genelinde çok ciddi bir iktisadi bir buhran yaşıyoruz oluşumuz. Türkiye’de ise bunu daha derinleşmiş bir biçimde yaşıyoruz. İktisadi buhranı, 1929’daki ve 1970’lerdeki buhranların karması gibi yaşıyoruz, hem uzun hem derin.
Türkiye de bunu teğet geçmiyor, etkili ve derin yaşıyor. Ama önceki büyük ve uzun buhranlardan farklı olarak yaşamı ücret gelirine ve meta formundaki yaşam formlarına tabi olabilmeksizin sürdürebilme olanakları son derece azalmış vaziyette. Bu durum da son yıllarda yaşadığımız, bizim proleterleştirme diye ifade ettiğimiz sürecin aynı zamanda bir sonucu. Kendi geçim olanaklarıyla yaşamlarını sürdüren emekçiler büyük ölçüde yoksullaştılar, kentlere sürüldüler. Fakat önceki dönem kapitalistlerinden farklı olarak yeni istihdam alanlarına kavuşamadılar. Tam tersine istihdam alanları daraldı, var olanlar da daha güvencesiz bir kalıba oturdu. Dolayısıyla, ücret gelirine tümüyle bağlı hale getirilip hem de o gelirini elde edebilecek tüm olanaklardan yoksun bırakılan bir kitle söz konusu.
19. yüzyıl kapitalizmi böyle değildi. Kitleleri geçim olanaklarından söküp attığında onları ücret geliriyle geçindirebilecek konuma sokmuştu kapitalizm. Ama neoliberalizmde hem ücret gelirine bağımlılık, literatürdeki adıyla nakit bağı, arttı hem de o geliri elde edebilmenin en meşru alanı olan istihdam daraldı ve de güvencesiz bir kalıba oturtuldu.
Seçim döneminde iktisadi durumların ön plana çıkması son derece anlaşılabilir. Kapitalizmin yarattığı sorunları, ana akım siyasetlerin tam olarak kavradığı anlamına gelmiyor. Oy almak amacıyla kamu kaynaklarının keyfi kullanılmasını içeren vaatler gibi duruyor onların vaatleri.
Sizce siyasal anlamda bu dönem ve vaatlerde Türkiye’de dönüm noktası var mı yoksa düzenli olarak kullanılan bir vaatler gibi mi?
Türkiye çok katmanlı problemlerin girdabı içerisinde. Mevcut hükümet etme biçimi, devlet organları çözüldü ama onun yerine bir sistem tesis edilmiş durumda değil. Dolayısıyla büyük bir yönetim zaafı ortaya çıkıyor. İkincisi, Türkiye’de siyasal iktidar, bir rejim değişikliği niyeti içerisinde, bunu da zaman zaman açıkça söylüyorlar. Bütün bunların üst üste binmesi ve bunun buhran koşullarıyla birleşmesi çerçevesinde bir dönüm noktası var. Toplum için kültürel aidiyetler üzerinden kampanya yürütmenin sınırları zaten çok belirgin. Kürt meselesinde de yapamıyor zaten, onda da koalisyonlardan kaynaklanan sınırları var.
“Biz köprü yaptık, hastane yaptık, bizden önce hiçbir şey yoktu. Durumunuzun da farkındayız. Ücretlerinizi artıracağız” tarzında bir propaganda izliyorlar. Türkiye kapitalizminin düşük ücrete dayalı yaygın emek sömürüsü çerçevesinde bir etki alanı, Çin’e ve Hindistan’a alternatif, ucuz ve ihracata dönük üretim yapan ucuz emek havuzu olmak şeklindeki bir yönelimin kararlı adımları gibi de okunabilir bunlar. O niyetleri var zaten. Dolar konusundaki hamleleri, Merkez Bankası kararları, bütün bunları böyle rasyonalize ediyorlar.
İşçi sınıfı hareketiyle sosyalist hareket arasında şu anda bir açı farkı olduğunu düşünüyor musunuz? Varsa bu ikilik nasıl giderilir?
“İhtiyaçlar devrimi çağırırken aktörler en fazla reform diyor” diye bahsetmiştim daha önceki bir çalışmamda. İhtiyaçlar maksimalist bir talep çağırıyor ama bunun aktörleri son derece minimalist talepler ileri sürüyorlar. Böyle yaman bir çelişki var.
Asgari ücret, ortalama ücret haline geldi. Çalışanların neredeyse yüzde 40’ı bu ücrete çalışıyor. Türkiye’de istihdam biçiminin gerçek durumuyla resmi ya da hukuki durumu arasında da muazzam bir açı farkı olduğunu bilerek bunu söylememiz gerekiyor. Ben organize sanayi bölgeleri üzerine çalıştım. Emek tarihçileri 50 yıl sonra gelip Denizli Organize Sanayi Bölgesi’nin kayıtlarına baksalar, çok şaşırırlar. Çünkü çok farklı vasıfları veya pozisyonları olmasına rağmen çalışanların neredeyse tamamı kağıt üzerinde asgari ücret alıyor gibi görünüyor. Formel olarak asgari ücret bildiriyorlar. Aslında priminden çalıyorlar işçinin. Ama işçiye asgari ücret ödemiyor. Vasfına ya da pozisyonuna göre ödeme yapıyor. Bu yolla vergi de kaçırıyor.
Ücret rejimi, ücretlerin alım gücünün ötesinde çok daha sınıfsal bir içeriğe sahip. Sosyal boyutu tümüyle tasfiye olmuş vaziyette. Türkiye kapitalizminde, 60’lı yıllarla başlayıp 80’lerin ortasına kadar olan süreçte işçi sınıfının mücadelesiyle ücretler ciddi bir sosyal boyut kazanmıştı. Sendikanın olmadığı yerde ücretin sosyal boyutu hemen hemen yok gibi.
Ancak sosyal boyut tamamen yok olmuş durumda. Ücret sistemi şu anda müthiş bir işçi denetim aracı olarak işlev görüyor. Çünkü hayat ona bağlı. Ücret durumu sadece seviyeyle ilgili bir mesele değil. Emeğin üretim noktasındaki disiplini, kontrolü ve vergi kaçırma aracı olması yönüyle de önemli.
Türkiye’de iktisaden faal nüfusun 65 milyon civarında olduğu söyleniyor. Bunun istihdam edilenleri 30 milyon civarında. Bunun da yüzde 75’i ücretlilerden oluşuyor. Yüzde 12,5’i de memur. Çok yüksek bir oran bu. SGK kaydı bulunanların da yüzde 10 kadar kendi namına çalışanları düşünce yüzde 90’ına yakını ücretli oluyor. İstihdam içerisine ücretlilerin payı oldukça yüksek olmasına karşın ücretlilerin örgütlülüğü de son derece düşük.
Farklı istihdam biçimleri altında son derece parçalanmış bir işgücü var. Sermaye karşısındaki konumları itibariyle de tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar homojenleşmiş bir işçi sınıfı var. Genelde akademik çalışmalar ya da sendikal çalışmalar, istihdam biçimindeki farklılaşmaya ve parçalanmaya bakıp oradan örgütlenme konusunda muazzam bir karamsarlık peydahlıyorlar. “Öğretmen deyince bile çok sayıda öğretmen biçimi var. Hangi birini örgütleyeceğiz” gözüyle bakılıyor. Bu genel durum önemli.
Tekil eylemliliklere baktığımız zaman işçilerin, işçi sınıfı olarak ayağa kalkmaları ve kendi taleplerini formüle etmeleri konusunda muazzam bir arayış olduğu anlaşılıyor. Sosyalistlerin gözünü diktiği ve üstlerine düşen görev ise deneyimlerin ortaklaştırılması ve güçlü bir dalgaya dönüştürülmesidir.
Sermaye ilişkisi, bir toplumsal ilişki olarak kavranmalı. Üretim ve yeniden üretim, sermaye gereklerine tabi kılınmış ve sermayenin doğrudan denetimi altına alınmış durumda. Üstelik bu sermaye ilişkisinde sermaye sınıfı, emeğin yeniden üretimi noktasında bir sorumluluk da üstlenmiyor. Bir de üzerine güvencesizlik kalıbına oturtulmuş bir istihdam ilişkisi var.
İçinde bulunduğumuz Türkiye koşullarında, neoliberal kapitalizmin bütün toplumlara etkisi bu oldu, sınıfın kendi acil ihtiyaçlarını karşılamak için bile kendisini bir ulus olarak, içinde bulunduğu toplumun ortak iradesi olarak örgütlemesinden başka bir yolu yok. İki şey burada önemli. İçinde bulunduğumuz buhran koşulları, Büyük Bunalım’dan ve İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra olduğu gibi emekçi sınıfların koşullarını tedrici iyileştirme olanakları sunan bir reform hattı sunmuyor. Sermayenin kendinde bir freni olmamasından ve sermayenin kör bir kuvvet olması nedeniyle sunulamaz da zaten. Rekabet ve birikim arzusu onun mayasında var. Sermaye kendiliğinden emekçi sınıfların yoksullaşmasına müdahale etmez. En fazla dinsel boyut katarak hayırseverlik mekanizmalarına başvurabilir. Sosyal yardım adı verilen etkinlik alanları daha da güçlendirilebilir. Sosyal yardımların sosyal güvenceden en önemli farkı da toplumsal eşitsizlikleri giderici özellikte olmaması. Tam tersine o eşitsizliği yeniden üretiyor. Yardım alan anne, baba “Allah razı olsun Tayyip’ten” diyor ama çocuk, “Ben yeni bir aile kuracağım. Ben de mi yardım alacağım? Ben iş istiyorum” diyor. O yüzden iktidar sosyal yardım sunduğu ailelerden bile oy alamaz duruma düşüyor.
Reformcu bir alanını açılması, tarihte olduğu gibi devrimci bir kalkışma söz konusu olduğunda belki mümkün olabilir. O olunca sermaye adına bir yönetici tabaka, meta dışı alanlar yaratarak, metalaşmanın etki alanlarını daraltarak başta işçi sınıfı olmak üzere bütün topluma insanca yaşama alanı sunabiliyor. Şu anki koşullarda ben bunun çok olanaklı olduğunu düşünmüyorum. Kapitalizmin Roosevelt dönemindeki “Yeni Düzen” gibi yeni bir refah rejimi çıkarabilecek dinamiklere sahip olduğunu düşünmüyorum.
Kapitalizmin gerekleri sadece meta dışılaşmış, sosyal boyut taşıyan yaşam alanlarını tehdit etmiyor. Bütün olarak yaşam formunu tehdit ediyor. En son İklim Zirvesi’nde, onlar kapitalizm yerine sanayileşme ya da kalkınma dese de gördük ki herkesin sorunu haline gelmiş.
Emekçiler, parçalanmış istihdam biçimleri altında kendi bulundukları alanda günlük kavgalarını veriyor. Bunlar çok ender olarak bir haber konusu oluyor. O mücadele kolektif veya bireysel olarak günbegün sürüyor. Bunun bir sınıf hareketi bütünlüğü içerisinde birleştirilmesi sendikacılık hareketi açısından önemli. Ama sendika da kendisini bir pazarlık organı olarak görürse bir kısıt oluşuyor. İçinde bulunduğumuz dönemin ihtiyacı, işçi sınıfının bir ulus şeklinde davranabilmesi. Sınıf oluşumu aynı zamanda egemen bir iradenin oluşumu anlamına geliyor.
Sosyalistler, böyle bir sermaye ilişkisi içerisinde istihdam biçimlerindeki çeşitlenmenin parçalayıcı etkisiyle kendilerini sınırlandırmamalı. Sermaye karşısında emeğin homojenleşmiş olan karakterini esas alan bir örgütlenme formu oluşturmalıdır. Burada ustalık sermaye karşısındaki bütünleşik yazgıyı her bir istihdam biçiminin özgül dertlerine de açık olacak şekilde, onu da dikkate alarak kavramakta yatıyor. Bu kavrandığında işçilerin bir sınıf olarak hareket etmeleri mümkün hale gelir.
Sosyalist hareketin temel problemi sınıf hareketiyle uyumlu bir programdan yoksunluğu mu?
Bu çok zor bir soru. Wallerstein’a göre politik yelpazede yer alan sosyalizm, liberalizm, milliyetçilik gibi politik konumlar 1848 devrimlerini izleyen yıllarda oluştu. 21. yüzyılda, kapitalizmin neoliberal formuyla beraber bu politik yelpazedeki konumlanışlar da alabora mı oluyor acaba? Onlara verili gibi bakmak, sınıflar mücadelesindeki gerçeğin içerisindeki politik mevzilenişlere değil de politik yelpazedeki konumlara bakarak vaziyet almak bir tür iradeci bir tarzı mı yansıtıyor soruları uzun tartışmaları gerektiriyor.
Türkiye sosyalist hareketinin 1980’deki yenilgisinin ardından kendi yenilgisiyle barışması söz konusu. Kendi yurdunda mülteci olma ruh haline sürüklenip devrim iddiasından vazgeçerek, bunu açıktan deklere etmese de, bir alt kültür grubu gibi davranması söz konusu. Bugünkü gerçek kavgada, sınıf mücadelesinde bulunmayınca kendiliğinden hareketler yükselince aradaki mesafe daha belirgin hale de gelir.
Ben fabrika çalışmalarında da şöyle bir manzarayla karşılaşmıştım. Oradaki sosyalist işçiler de etrafındaki işçilere kızgın, “Bunlardan bir halt olmaz” düşüncesinde. Diğer işçiler de sosyalist işçiler hakkında “İyi insan ama bundan uzak durmak lazım” düşüncesinde. Geçmişte “bulunduğu alanın doğal önderi” konumundaydı devrimciler. O özelliği yitirince bulunduğu alanda “kuyruğu dik tutan”, “onurlu yalnızlığı yaşayan” insanlar haline geldiler. Böyle bir ortamda hareket inşa edecek bir yapı da çıkmıyor doğal olarak. Varlığını sürdüren özneler oluyor sadece. Sosyalist hareketin böyle problemleri var.
Öğrenci hareketinin yükselişiyle bu durum kısmen aşıldı. Yaşanmış deneyimlerin ruhlarını sırtlarında ağırlık olarak taşımaktansa kendi deneyimini yaratma durumları ortaya çıktı. 90’ların ikinci yarısından sonra bu durum daha etkili oldu. Bu iyi bir şey. Ama sınıfla ilişkilerde “Politik iradeyi oluşturduk. Şimdi buna bir kitle tabanı bulalım” gibi problemli bakış açısı var. Atla arabayı yer değiştirmek gibi.
Sahadaki veriler de bunu gösteriyor. Aynı türküleri, marşları dinlediğin insan, oranın en tutucu öznesi olabiliyor. Bir örnek anlatayım. Çalışma yaptığımız bölgede bir çay ocağında oturuyoruz. İşinden atılmış bir işçi işletiyor. Sendika örgütlenmesine girişmiş gençler. O da ağır sömürü koşullarını görüp onlara destek olmuş. Patronun da güvendiği bir adam. Patron, onun da işin içinde olduğunu öğrenince çok bozulmuş ve işten atmış. Biz orada çay içerken bize “Bazen arabalarını yakmak geliyor içimden” diyor. Bizim birleşmemiz gereken duyguyu, sınıfın ahlaki öfkesini bu kişi temsil ediyor. Ama orada “bizden” olan, “ortak türküleri söylediğimiz” arkadaşımız sınıfın ahlaki öfkesini taşımıyor. Çünkü onu yaşamıyor.
Sosyalist hareketin kendi kültürel imgeleri üzerinden yürüdüğümüzde sınıfsal çelişkilerin gerçek ahlaki öfkesini taşıyanlarla rastlaşmak, onlarla birleşmek ve onları örgütlemek çok mümkün olmuyor. Yapılması gereken, hayatın ve mücadelenin içinde o aidiyeti yeniden inşa etmek. Sosyalist aidiyeti empoze etmek yerine kavganın içinden o aidiyeti inşa etmek gerekli.
Tarih, imgeler, kültürel kodlar seni sen yapan unsurlar ama sen praksis içerisinde var olduğun sürece onlar bir anlam kazanıyor. Onları bir alt kültür gibi yaşamak, yenilgi psikozunu devam ettirmek anlamına gelir. Ama devrimcilerin varlık nedeni devrim yapmaktır.
Neoliberal politikaların hız kazandığı 90’lar ve 2000’lerin başında sınıf mücadelesinin bir formu olarak hak mücadeleleri ortaya çıktı. Neoliberalizm bu sürecin sonunda yerleşiklik kazandı ve bu politikaların yarattığı yıkımla karşı karşıyayız. Bu süreçte hak mücadelelerine nasıl bakmalı ve güncel dinamikler ışığında sınıf mücadelesinin hangi formlara evrilebileceğini düşünüyorsunuz?
Yıllar önce yapılmış olan bu tartışma, zamanının öncesinde yapılmış bir tartışma olarak da düşünülebilir. “Asıl şimdi ihtiyaç var” desek yanlış olmaz. Dünyadaki genel gidişata baktığımız zaman da bunu ifade etmek anlamlı görünüyor. Bir arkadaşımız, hak mücadeleleri çizgisini dünyada da tartışmak maksadıyla Latin Amerika’da ve Avrupa’da gezdiğinde, oradaki Marksist çevrelerle tartıştığında pek anlaşılmamıştı. Şimdi onlar da bunu vurguluyor.
Neoliberalizmin sonuçları 90’larda henüz tam anlamıyla ortaya çıkmamıştı. Hak mücadelesinin o zamanki formülasyonu da bu sonuçların tam anlamıyla ortaya çıktığına dayanıyordu. Onu politize eden bir program olarak ortaya çıkmıştı. Sınıflar mücadelesinin hak mücadelesi formuna oturduğu tespiti yapılmıştı. 70’li yıllarda hak mücadelesiyle sınıf mücadelesi aralarında bağlantı kurulması gereken iki ayrı moment gibi düşünülürdü. Neoliberalizm bu iki momenti iç içe geçirdi.
İşçi sınıfının kendi kaderini kendisinin belirleyebileceği bir egemenliği, kendisini ulus formunda örgütleyen bir sınıf hareketiyle yapabiliriz. Bu programda da ana örgütleyici halka, hak mücadelesi oluyor. Barınma, beslenme, ulaşım gibi hizmetlere ya meta formunda ulaşacaksın ya da hak olacak. Meta formunda olunca zaten ulaşamayan yığınlar oluşuyor. Ulaşan azınlık da muazzam bir toplumsal eşitsizlik koşullarında varlığını sürdürebiliyor.
Bence geçmişteki stratejik hatalardan biri savunmacı nitelikte olmasıydı. “Hakkımı kaptırmam” algısı yaygındı. Bugün ise “Hakkımı alırım” şeklindeki ofansif nitelikte güncelleneceğini düşünüyorum. Kapsayıcılık ancak böyle sağlanabilir. Toplumsal bellekte de bu yaygınlaşıyor. Sosyal yardım konuşulurken bile bunun bir hak olarak sunulması gerektiği dillendirilebiliyor.
Geleneksel sendikalardan farklı olarak son dönemde ortaya çıkmış çeşitli sendikalar veya işçi örgütlenmelerinde bir hareketlilik gözlemek mümkün. Bu durum yeni dönem sınıf hareketi açısından bize ne gibi bir veri sunuyor?
Üretim mekanıyla yeniden üretim mekanı arasındaki ilişki karışmış durumda. Eskiden kent, üretim ve yeniden üretim birimlerinin ayrı olduğu; köy ise aynı olduğu yerleşim biçimiydi. Köy de artık öyle değil şu an.
Mevcut geleneksel sendikalar işkolu temelli ve toplu sözleşme yetkisini alma amacıyla örgütleniyor. Bu, geleneksel sendikaların yaşadığı krizin temelini oluşturduğunu düşünüyorum. Çünkü işçi sınıfının bugünkü durumunda istihdam edilmekle işsiz kalmak, eskisi gibi çok ayrı deneyimler değil. İşgücü piyasası içerisinde on ya da yirmi yıllık varlığında iki defa üç aydan uzun süre işsiz kalmış işçi az olurdu eskiden. Ama şu anda beş yıllık işçiler arasında dahi üç aydan uzun süre işsiz kaldığı dönemler çok oluyor. İşsiz kalmakla istihdam edilmek işgücü piyasasının iç içe geçmiş deneyimleri haline geldi. İşsiz kaldığında da sendikanın onun örgütü olabilmesi gerekir. Sendika, bir sözleşme yapma örgütü değil de işçi sınıfının birlik, dayanışma ve mücadele örgütüyse bunu gerektiriyor. Sendikayı tekil işçilerin kolektif çıkarını savunan bir örgüt olarak düşüneceksek, işçinin bütün hayatını kavraması gerekiyor.
Sözünü ettiğiniz dernek, dayanışma ağları gibi yapılar işçi sınıfının üretim ve yeniden üretim alanındaki ihtiyaçlarını parça parça gören formlar. Oysa sendikalar bunların her birini kapsamalı. İşçi işten atıldığında dayanışma örgütü olmalı. Sektör değiştirdiğinde de örgütsel bağı sürmeli.
71 darbesinden sonra sendikaların birlik tipi üst örgütlenmesi yasaklanmıştı. Bu form, diyelim ki Ankara’da farklı işkolundaki sendikaların “Ankara işçi birliği” biçiminde örgütlenen üst birliğiydi. 89 Bahar Eylemleri’ni örgütleyen şube platformları da benzer işlevi gördü. Aynı bölgedeki farklı işkolundaki sendikalar tek bir örgüt gibi davranarak o eylemleri örgütledi. Bugün de benzer bir formu geliştirmek zorunda sendikalar. İşçiler işkolu değiştirdiğinde, işsiz kaldığında örgütsüz kalmamalı. Onu içerecek şekilde bir form bulunmalı.
Son süreçte yapılan tartışmaların çoğu doğrudan ya da dolaylı şekilde seçime çıkıyor. Sizce seçim işçi sınıfının bağımsız siyasetini geliştirmekte veya pratiğini ortaya koymak noktasında bu dönem açısından işlevsel bir araç mı?
Seçim olacak ama buradaki önemli farklardan biri politik aktörlerin yanı sıra seçmenlerin kendisi de politik eğilim ifade etme tutkusuyla seçime yaklaşıyor. Eskiden bu böyle olmazdı. Dolaysıyla geleneksel seçim atmosferi gibi değil bu. Seçime girecek partilerin kadrolarının kendilerinin aday olup olmayacağını beklediği, ahalinin ancak seçim takvimi açıklanınca sağda solda gördüğü afişlerle dahil olduğu bir süreç değil bu.
Erdoğan açısından bu bir iktidarını yeniden onaylatma seçimi. Millet İttifakı ise hükümet sistemi değişikliğini de gündemine alıyor. Türkiye’nin katmanlaşmış problemleri içerisinde temel problem, bu seçimi de belirleyen ana halka bu coğrafyadaki insanların bir arada hangi temel ilkeler etrafında yaşayacakları sorusu. Siyasal rejimin niteliği, iktidar sistemi ve hükümete dair çatışmaların iç içe geçtiği bir seçim gündemi var.
İşçi sınıfının kendini bir ulus olarak örgütleme programı açısından baktığımızda uygun bir atmosfer. Ne iktidarın kendini onaylatması ne de muhalefetin hükümet sistemi değişikliği önerisi memleketin derdine derman olmayacak. Kurucu sütunlar, büyük oranda tahrip oldu. Onların yeniden kurulması gerekiyor. Kılıçdaroğlu’nun açtığı helalleşme tartışması, bende egemenlerin de bu kurucu sütunların tahrip olduğunu düşündükleri ve buna yönelik hamle yapılması gerektiğini düşündükleri izlenimini yarattı. Kılıçdaroğlu, bir süredir, Adalet Yürüyüşü de dahil, parti simgelerini değil bayrak gibi ulus simgelerini taşıyor. Sadece bir kesimin değil, bu ülkede yaşayan bütün insanların politik ihtiyaçlarına yanıt verecek bir arayışın içinde oldukları mesajı verilmeye çalışılıyor.
İşçi sınıfının bağımsız politik hattı açısından yakalanması gereken halkalardan biri işçi sınıfının egemenliğin kaynağının olmasının ötesinde üreten sınıfın egemen ya da iktidar olma talebinin de açığa çıkması gerekir. Bunun şimdiden propagandasını yapmak ve örgütsel formlarını geliştirmeyi önemli görüyorum. Yani işçi sınıfının bütün toplumu sevk ve idare edecek örgütlenmeyi şimdiden kurmaya başlamak ve hatta sendikal örgütlenmeyi de böyle kurgulamak gerekir. Sadece üye işçilerin değil sınıfın ve neredeyse de nüfusun tamamını sevk ve idare edebilecek perspektife ihtiyaç var. Halkın hakları mücadelesini bir kongre hareketi biçiminde örgütleyen yerel iktidar organlarıyla seçim hattı kullanılabilir.
Ne hükümet sistemi, ne iktidar değişikliğinin kâr etmeyeceği bilinciyle birlikte yaşamı kuracağımız ilkelerin tanımlanması hattında bir siyaset izlenebilir. Hem neoliberalizm hem de onun azgın uygulayıcısı konumundaki AKP iktidarı döneminde bu ilkeler büyük oranda tahrip oldu. Bu süreçte asıl belirleyici irade de işçi sınıfının iradesi olacak. Bunun politik temsiliyet organlarının da bugünden kurulabilmesi gerekli.