Ümit Akçay: “Ekonomik demokrasi olmadan siyasi demokrasi olmaz”

“‘Yüksek siyaset’ ile emek hareketinin gündemlerini birleştirecek bir siyasi yaklaşıma ihtiyacımız var. Yani bir yandan mevcut kriz ortamında, sermayenin farklı fraksiyonlarının önerdikleri programlara yedeklenmeden alternatifleri tartışmak, geliştirmek; aynı anda da somut dayanışma pratiklerini örgütlemek, genişletmek gerekiyor. Bu ikisi birbirini dışlayan süreçler olarak görülmemeli, hatta biri olmadan diğerini öncelemek önemli eksiklikler yaratabilir. Bu sürecin acil talebi, kuşkusuz asgari ücretin yükseltilmesidir”

Sendika.Org 22 Kasım 2021 Sayı 11

Ümit Akçay’a Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu krizin niteliği, sermaye fraksiyonları arasındaki rekabet ve bunun sınıf mücadelesine ve siyasete yansımaları, işçi sınıfı açısından oluşan risk ve olanaklar üzerine sorularımızı yönelttik.

Türkiye’nin yapısal bir kriz içinde bulunduğuna ve hükümetin bugüne kadar ekonomi politikasında çizdiği zikzakların birbirleriyle rekabet içindeki sermaye fraksiyonlarına yanıt verme çabasından kaynaklandığına dikkat çeken Akçay, meselenin “ekonomiden anlayanların” iş başına gelmesi ile bitmediğini söylüyor ve ekliyor: “Ekonomiden anlayanların hangi toplum kesimlerine neyi vaat ettiğini öğrenmemiz gerekiyor.”

Millet İttifakı ve birlikte hareket ettiği partilerin, 2001 krizi sonrasında IMF öncülüğünde uygulanan istikrar programının genel çerçevesini hatırlatan bir program önerdiğini belirten Akçay, ekonomik eşitsizlikleri derinleştiren bir program eşliğinde dillendirilen demokratikleşme iddiasının temelsizliğine vurgu yapıyor:

“Politik demokrasiyi, ekonomik demokrasiden ayırarak kullanmak ve bunu savunmak, aynı zamanda bu eşitsizlikleri yaratan mekanizmayı ve eşitsizliklerin kendisini onaylamayı beraberinde getirir. Bu nedenle, ekonomik demokrasiden bahsetmeden, yani otoriter emek rejimi sonlandırmadan bir siyasi demokratikleştirilme yaşanacağını düşünmek, en hafif ifadeyle hatalı bir projedir.”

Ücretlerin enflasyon karşısında ezilmemesi için yapılan mücadelelerin, çalışanların özgüçlenmesi yönündeki pratiklerin önünü açabileceğini belirten Akçay, bu yılki asgari ücretin belirlenmesi sürecinin önemli bir fırsat sunduğuna dikkat çekiyor.

Sendika.Org: Türkiye kapitalizmi için krizde diyebilir miyiz? Krizdeyse bu krizi, sistemin hangi dinamik veya dinamiklerin tıkanıklığıyla açıklayabiliriz?

Ümit Akçay: Türkiye kapitalizmi krizde. Ancak bu krizle ilgili belki birkaç hatırlatma yapmak faydalı olabilir, zira farklı düzeylerde tanımlanabilecek farklı krizler var. Örneğin, anaakım iktisatta yaygın olarak kullanılan tanıma göre iki çeyrek boyunca, yani 6 ay süren bir ekonomik daralma dönemi yaşandığında bu kriz olarak adlandırılıyor. Bu tanımdan hareketle mevcut durumda bir krizden söz edemeyiz, Türkiye ekonomisinin 2021 yılını %8 ve üzeri bir büyüme ile kapatacağını biliyoruz. Bunun dışında farklı kriz tipleri ve tanımları da var ancak uzatmamak adına önemli gördüğüm birinin üzerinde durmakta yetineyim. Türkiye kapitalizminin güncel krizini tanımlamak için N. Poulantzas’ın önerdiği yapısal kriz kavramının işlevli olduğunu düşünüyorum.

Yapısal kriz, ekonomik düzeyde yaşanan sorunlarla siyasi tıkanıklıkların iç içe geçtiği dönemleri adlandırmak için kullanılıyor; yani birikim rejimi krizi ile devlet krizinin iç içe geçtiği dönemler, yapısal kriz konjonktürleri olarak görülebilir. Birikim rejimi krizi dediğimizde, 1989 sonrası oluşan, daha özel olarak ise 2001 sonrasında konsolide olan bağımlı finansallaşma modelinin krizinden bahsediyoruz. Küresel birikim süreçleriyle entegre olmuş büyük sermaye kesimlerinin çıkarlarını önceleyen bu model, 2008 küresel krizi sonrasında sendeledi ancak 2013 sonrasında sermaye girişleri yavaşlamaya başladığında tıkandı.

Bilindiği gibi birikim modelinde yaşanan bu tıkanıklıklara siyasi krizler eşlik etti. AKP yönetimi 2007-2013 döneminde devletin eski sahipleri ile mücadeleye girişti ve bu kesimleri büyük ölçüde tasfiye etti. 2013-2016 arasında ise bu sefer 2007-2013 arası mücadelenin kazananlarının arasında geçen bir güç mücadelesine şahit olduk ve bu süreç 2016’daki başarısız darbe girişimi ile son buldu. 2016 sonrasında ise iktidar bloğunun siyasi kanadında bir değişim yaşandı ve milliyetçi-muhafazakâr iktidarın otoriter konsolidasyon girişimi 2018’deki siyasi rejim değişimini getirdi.

Kısacası, birikim rejimi krizi ile devlet krizi iç içe geçmiş durumda. Tam da bu nedenle mevcut durumdan çıkış, basitçe faiz politikasıyla ya da enflasyonu kontrol altına alarak çözülebilecek bir düzeyde değil. Devlet-sermaye ilişkilerinin, siyasi rejimin niteliğinin, Türkiye’nin dünya ekonomisiyle eklemlenme biçiminin nasıl olacağını dair köklü tercihler yapılmasını dayatan bir kriz sürecinden geçiyoruz.

Merkez Bankası açıklamalarında, Erdoğan’ın sermayedarlara seslendiği konuşmalarda ve hatta Cumhurbaşkanlığına sunulan çeşitli raporlarda tedarik zincirlerindeki aksaklığa vurgu yapılıyor. Bu aksaklığın da Türkiye açısından fırsat olduğu yorumu yapılıyor. Neden fırsat olarak öngörülüyor? Egemenlerin orta ve uzun vadeli öngörülerini nasıl yorumluyorsunuz?

Tedarik zincirlerindeki aksaklıklar geçtiğimiz yıl pek çok ülkede alınan halk sağlığı önlemlerine bağlı olarak üretimin pek çok ülkede yavaşlaması hatta durmasının bir sonucu olarak ortaya çıktı. Daralan arz, 2021’de ekonomilerin açılmasıyla birlikte oluşan yüksek talep ile karşılaşınca pek çok sektörde büyük aksamalar görülmeye başlandı. Ancak bu konuyu ele alırken arz-talep dengesizliklerinin ötesinde, 1970’li yıllardan beri gelişen üretimin uluslararasılaşması sürecini de dikkate almalıyız. Bilindiği gibi üretken sermayenin uluslararasılaşması, sermayenin 1970’li yıllardaki kâr oranların düşme krizine karşı geliştirdiği bir strateji olarak hayata geçti.

Üretimin parçalara ayrılıp farklı mekânlarda hatta ülkelerde gerçekleştirilebilmesi, bu süreçleri mümkün kılan ulaştırma ve iletişim teknolojilerindeki gelişme ile birlikte uygulamaya kondu. Sonuçta, işletme literatüründe ‘yalın üretim’ olarak adlandırılan bir yapı ortaya çıktı. Bu üretim yapısı sonucunda pek bir metanın üretilmesi için dahi pek çok ülkeyi içine alan bir tedarik ve üretim zincirinin kurulması gerekti. Ancak geçtiğimiz yıldan itibaren yaşadığımız riskler nedeniyle firmaların tamponlar kurarak üretimlerine devam etmeye çalışması, pek çok sektörde zincirlerin aksamasına hatta bazı durumlarda kırılmasına neden oldu. Buna karşın, tedarik zincirlerinin kısalması güncel bir firma stratejisi olarak ortaya çıktı.

Örneğin Avrupalı üreticiler ya da ithalatçılar için Çin’den ara mallarını tedarik etmek ya da Bangladeş’ten tekstil ürünü ithal etmek çok daha riskli hale geldiğinden, Avrupa pazarına daha yakın ülkeler arasından bu ürünleri tedarik etmek için bir arayışa girdiler. Bu sadece Avrupa’da yaşanmıyor elbette. Genel olarak dünya ekonomisinde bölgesel öbekleşmeyi hızlandıran bir süreç yaşanıyor.

Farklı bileşenleriyle Türkiye sermayesi ve siyasi karar alıcılar da bu süreçten faydalanmak istiyorlar. Pandemi döneminde özellikle sanayide ‘kontak kapatmama’ tercihi, bu isteğin bir sonucuydu. Hatta mevcut para politikasının da ihracatçı sektörlerin pandemi döneminde kazandıkları avantajı koruyarak büyütmeye dayandığını düşünebiliriz. Ancak burada yine birikim rejimi krizinin sonuçlarıyla karşılaşıyoruz.

İthal ara malı oranı göreli olarak daha düşük olan, emek yoğun ve teknolojik düzeyi düşük sektörlerdeki sermaye kesimlerinin talep ettiği küresel entegrasyon biçimi ile ithal girdi oranı yüksek, sermaye yoğun ve teknolojik düzeyi yüksek sektörlerdeki sermaye kesimlerinin çıkarları birbiriyle örtüşmüyor.

İktidarın 2013 sonrasında ‘u-dönüşleriyle’ oluşan zikzaklarının gerisinde, birbiriyle rekabet halinde olan bu iki sermaye kesiminin mücadelesi var. Özellikle oy desteği giderek azaldığında iktidar bu kesimlerden gelen taleplere karşı daha duyarlı hale geliyor. Sorunuza dönersem, farklı sermaye kesimlerinin, pandemi sonrası süreçte oluşan bölgeselleşme eğilimlerinden yararlanmak için farklı stratejileri var. İzlediğimiz karmaşa, henüz bu stratejilerden birinin hegemonik hale gelememesi nedeniyle daha da derinleşiyor.

Son süreçte Merkez Bankası’nın faiz kararlarını ya da genel olarak para politikalarını, bu öngörüler ışığında nasıl değerlendirirsiniz?

Az önce ifade ettiğim birikim rejimi krizi, yani Türkiye kapitalizminin doğrultusunun ne olacağının netleşmemiş olması, para politikasında alanına zikzaklar olarak yansıyor. Bu zikzakların gerisinde sermaye içi mücadelenin giderek yoğunlaşması ve iktidarın seçmen desteğinin azalması var. Mevcut para politikasını talep eden kesimlere bakıldığında özellikle emek yoğun sektörlerdeki ihracatçıları, inşaat ve gayrimenkul sektörlerini, dövizle yapılan kamu özel işbirliği ihalelerini alan sermaye kesimlerini ve daha genel olarak da küresel finans piyasalarına erişimi olmayan ve TL ile borçlanmak zorunda olan küçük sermaye kesimlerini görebiliriz.

Para politikasında geçtiğimiz Eylül ayında köklü bir kulvar değişikliği yaşandı ve agresif bir faiz indirimi süreci başladı. Bunun sonuçlarını bir yanda ihracat rekorları, diğer yanda yüksek enflasyon olarak görüyoruz. Önümüzdeki dönem için kritik soru şu: Mevcut iktidar bloğu, 2013 sonrası zikzaklarla oluşan çizgiyi takip ederek yeni bir ‘U-dönüşüne’ doğru mu ilerliyor, yoksa önceki zikzakların aşıldığı bir döneme mi geçiyoruz? Şu anda farklı sermaye kesimleri ve bunların kamuoyundaki sözcüleri, olanca güçleriyle süreci kendi stratejilerine göre yönlendirmeye çalışıyorlar.

Ana akım iktisatçılar arasında ve hatta ana akım muhalefette ekonomi yönetiminin kötü olduğu, liyakattan uzak olduğu eleştirisi var. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Elbette kötü yöneticiler var. Kayırmacılık var. Ve sadece bu nedenle bile büyük eşitsizlikler ve adaletsizlikler oluşuyor, kamu kaynakları belirli bir kesime aktarılıyor. Muhalefetin bu hususları öne çıkarması da doğal.

Muhalefetin üzerinde uzlaştığı güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçiş olarak özetlenen restorasyon programında, devlet makinasının nasıl işleyeceği ile ilgili genel değerlendirmeler var. Bu programın özünde kuralları takip eden bir bürokrasi ve hukuk ile kendisini bağlayan bir idare ilkeleri var ki bunlar modern devletin de temeli. Ancak mesele burada bitmiyor, başlıyor.

Zira siyasi sistemin değişmesinin ekonomik sorunları kendiliğinden çözeceği gibi bir çerçeve gerçekçi değil. Ekonominin geniş toplum kesimleri için refah üretmemesi sorunu, sadece işbaşına ‘ekonomiden anlayanların’ getirilmesiyle çözülemez. Zira ‘ekonomiden anlamak’ teknik ya da nötr bir kavram değil. Ekonomi politikasında alınan kararların gelir dağılımı üzerinde doğrudan etkileri var. Ekonomiden anlayanların hangi toplum kesimlerine neyi vaat ettiğini öğrenmemiz gerekiyor.

Anaakım muhalefet, Millet İttifakı’nın yanı sıra DEVA ve Gelecek Partisi’ni katarak düşünürsek, ekonomi yönetimine dair sunduğu fikirler Ali Babacan’ın bakanlığındaki yönetim anlayışını çağrıştırıyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Anaakım muhalefet Türkiye’nin geniş halk kesimlerine ve sermayenin çeşitli fraksiyonlarına ortak bir çıkış yolu sunabiliyor mu? Sunulan alternatif gerçekçi ve uygulanabilir mi?

Anaakım muhalefetin ekonomik programını aşağı yukarı biliyoruz ama geçtiğimiz günlerde Dünya Gazetesi’nde çıkan bir değerlendirmeye[1] baktığımızda bu programın daha da netleştiği anlaşılıyor: “CHP, İYİ Parti, Saadet Partisi, Demokrat Parti, Gelecek Partisi ve DEVA Partisi, ‘Merkez Bankası bağımsızlığı, mali disiplin, düzenleyici kurumların özerkliği (SPK, BDDK, RK vb.), yolsuzluğun ve kayıt dışı ekonominin önlenmesi’ gibi konuların öne çıktığı temel ekonomik ilkeleri ortak taahhüt altına alacak.”

Bu program, hemen fark edileceği gibi 2001 krizi sonrasında IMF öncülüğünde uygulanan istikrar programının genel çerçevesini hatırlatıyor. Burada özellikle Merkez Bankası bağımsızlığı ve düzenleyici kurumlar, 2001 sonrasında oluşan teknokratik makinenin temel dişlilerini oluşturuyordu. Burada uyanık olunması gereken konu, ilk bakışta ikna edici gibi görünen kavramların hangi bağlamda kullanıldığı ve içinin nasıl doldurulduğudur.

2001’deki IMF programına dönüş, bir yandan emeğin karar alma süreçlerinden dışlandığı bir piyasa otoriterizmi modeline özenildiği anlamına geliyor. Zira 2000’lerin başındaki AKP hükümetlerince uygulanan bu program, doğrudan emekçilerin örgütlü güçlerini dağıtmaya ve çalışanları piyasa ilişkileri içinde atomize etmeye dayalıdır. Diğer yandan da, enflasyonu düşürmek için yüksek faizlerle yabancı sermaye çekmeye dayanan bu program, tarımsal ve sanayi üretimini aşındıran, ithalat bağımlılığı ve borçlanmayı artıran bağımlı finansallaşma modeline dönüş anlamına gelmektedir.

Bu ekonomik modelin siyasi demokratikleşme ile aynı anda uygulanabilmesi ise oldukça şüphelidir. Siyasi liberalleşme ile piyasa otoriterizmi programının eşanlı uygulanmasının liberal demokrasilerin altını oyan bir bileşke olduğu artık pek çok ana akım düşünür tarafından dahi dile getiriyor. Bu ortamda muhalefetin 2023 seçimlerini kazanması durumda bu tür bir programa yönelmesi, ‘demokrasiye dönüş’ olasılıklarını ciddi derecede sekteye uğratabilir.

Dünya genelinde ekonomik eşitsizliklerin hızla arttığı bir dönemde demokrasiden bahsedip bunu sadece politik alanla kısıtlamak, sadece entelektüel bir tercih olarak kabul edilip mazur görülemez. Politik demokrasiyi, ekonomik demokrasiden ayırarak kullanmak ve bunu savunmak, aynı zamanda bu eşitsizlikleri yaratan mekanizmayı ve eşitsizliklerin kendisini onaylamayı beraberinde getirir. Bu nedenle, ekonomik demokrasiden bahsetmeden, yani otoriter emek rejimi sonlandırmadan bir siyasi demokratikleştirilme yaşanacağını düşünmek, en hafif ifadeyle hatalı bir projedir.

TÜSİAD, yakın zamanda “Yeni Bir Anlayışla Geleceği İnşa” başlıklı bir rapor yayımladı. Yüksek İstişare Konseyi toplantısında da kamuoyuna duyurdu. İktidarın ekonomi yönetimine dair eleştirileri Merkez Bankası’nın bağımsızlığı odaklı yapılırken laiklik, cumhuriyet gibi ifadeler bolca geçti. TÜSİAD merkezli tekelci sermayenin ekonomi yönetimine yönelttiği bu eleştirileri “Yeni Bir Anlayışla Geleceği İnşa” raporunun da içeriği çerçevesinde nasıl değerlendirebiliriz? Bu çatışmanın sınıfsal temeli nedir?

Bilindiği gibi ekonomik kriz dönemleri, sınıf mücadelesinin yoğunlaştığı dönemlerdir. Ancak sınıf mücadelesi denince çok boyutlu düşünmemiz gerekiyor, hem sınıf-içi hem sınıflar-arası mücadeleleri dikkate almalıyız, çünkü bu dönemlerde her ikisi de yoğunlaşıyor. TÜSİAD’ın bu çıkışının hem sınıf-içi hem sınıflar-arası mücadeleler açısından önemi var.

Sınıf-içi mücadeleler, üretim sürecindeki konumlarına göre aynı sınıfsal kategoride yer alanlar arasındaki mücadele anlamına gelir. Somut olarak 2010’lu yıllarda TÜSİAD ile temsil edilen sermaye kesimlerinin iktidar bloğu içindeki konumlarının aşındığı ve yeni gelişen sermaye kesimlerinin göreli olarak konumlarını güçlendirdiklerini görüyoruz. Bu iktidarın ekonomi politikasındaki ‘utangaç kalkınmacı’ yönelimden de anlaşılabilir. Bu bağlamda TÜSİAD’ın sözünü ettiğiniz çalışması, aşınan entelektüel üstünlüğünü yeniden sağlama çabası ve anaakım muhalefetin farklı yollara sapmaması için bir çıpa sağlama girişimi olarak görülebilir.

Özellikle muhalefetin projesi bir hegemonik proje haline gelecekse, bunun olmazsa olmaz koşulu alt sınıfların da rızasını kazanmasıdır. TÜSİAD’ın çıkışı bu bağlamda da önemli. Zira yüksek enflasyon ortamı, büyük sermaye kesimlerine hayat pahalılığı altında ezilen geniş kesimlere ulaşma ve enflasyon karşıtlığı konusunda bir ortak zemin kurma olanağı yaratıyor. Bu da açıklamanın sınıflar-arası bağlamını oluşturuyor.

Bu süreçte işçi sınıfının talepleri ve siyaseti nasıl oluşturulmalı? İşçi sınıfı sürece hangi talep ve araçlarla müdahale edebilir?

Az önceki noktadan hareket ederek yanıt vermeye çalışayım: Ekonomik kriz dönemleri, sınıf mücadelesinin yoğunlaştığı dönemler. Bu özetlediğim kriz koşulları, işçi sınıfı için ikili (ve birbirine karşıt) bir dinamik yaratıyor: Hem çalışanları atomize eden mekanizmaların daha da güçlenmesi hem dayanışmanın artması bir arada yaşanıyor.

Atomize edici dinamikler, çalışanlar arası rekabeti daha da artırıcı, farklı çalışma biçimleri arasındaki hiyerarşileri yeniden üreten ve yerli/göçmen gibi ayrımlarla ortak mücadelenin imkanlarını daraltan yönde işliyor. İşçi sınıfını, en geniş anlamda ücretlileri ve güvencesiz çalışanları (prekarya) da kapsayacak şekilde düşünelim. Kriz dönemlerinde, özellikle örgütsüz olunan sektörlerde işçi sınıfı içindeki mücadele yoğunlaşır. Özellikle göçmen emeğinin yoğun olarak kullanıldığı sektörlerde kriz nedeniyle oluşan hoşnutsuzluklar, çalışanları faşist propagandaya açık hale getirir. Bu pek çok ülkede izlenebilen bir dinamik. Dahası, artan enflasyon ortamında işsizliğin maliyeti çok daha fazla artacağından, işini koruyabilmek için girişilen bireysel mücadeleler, sınıf-içi rekabetin daha da yoğunlaşması anlamına gelecektir

Kriz koşullarının yarattığı ikinci dinamik ise dayanışmanın yaygınlaşmasıdır. Otoriter emek rejiminin yarattığı baskıcı çalışma koşulları, hayat pahalılığının yarattığı ilave zorluklar, mevcut hakların korunmasını dahi çok daha önemli kılıyor. Bu ortamda işten atmaya karşı gösterilen dayanışma pratikleri ya da ücretlerin enflasyon karşısında ezilmemesi için yapılan mücadeleler, çalışanların özgüçlenmesi yönündeki pratiklerin önünü açabilir.

Burada elbette nasıl bir siyasi hat işçi sınıfının bu güncel ikili dinamiğini çalışanların özgüçlenmesi lehine yönlendirebilir, sorusu önem kazanıyor. Kestirmeden söylersem, ‘yüksek siyaset’ ile emek hareketinin gündemlerini birleştirecek bir siyasi yaklaşıma ihtiyacımız var. Yani bir yandan mevcut kriz ortamında, sermayenin farklı fraksiyonlarının önerdikleri programlara yedeklenmeden alternatifleri tartışmak, geliştirmek; aynı anda da somut dayanışma pratiklerini örgütlemek, genişletmek gerekiyor. Bu ikisi birbirini dışlayan süreçler olarak görülmemeli, hatta biri olmadan diğerini öncelemek önemli eksiklikler yaratabilir.

Bu sürecin acil talebi, kuşkusuz asgari ücretin yükseltilmesidir. İktidar çevrelerinden gelen ilk sinyallere bakıldığında, özellikle yaklaşan seçim nedeniyle belirli bir ücret artışına razı oldukları görülüyor. Bu olanak mutlaka değerlendirilmeli ve bu konu daha büyük kazanımlar için sürekli gündemde tutulmalı.

Son olarak şunu da vurgulamama izin verin: Bu farklı sınıf mücadelesi türlerine işaret etmek önemli ancak niteliksel olarak sınıf-içi ve sınıflar-arası mücadeleler aynı kategoride değerlendirilmemeli. Örneğin çıkarları para politikasında çelişen sermaye fraksiyonları arasındaki mücadelenin dayattığı dağınıklık, sınıflar-arası mücadele anında birdenbire askıya alınır. Kendi aralarındaki çelişkiler farklı sermaye fraksiyonlarının işçi sınıfı karşısında hızla birleşmesine engel değildir. Örneğin sanayiciler ile bankacılar arasındaki mücadele ne kadar sert olursa olsun, her iki kesim de önerdikleri çözüm önerileri arasına, ‘kıdem tazminatının kaldırılması’ ya da ‘emek piyasasının esnekleştirilmesi’ gibi sınıf taleplerini yerleştirirler. Tam da bu nedenle, çalışanlar arasındaki atomize edici mekanizmaları değil dayanışmacılığı öne çıkaracak siyasi müdahaleler giderek daha çok önem kazanıyor.

Dipnot:

[1] Dünya Gazetesi, 15.11.2021, https://www.dunya.com/kose-yazisi/muhalefet-secime-ekonomi-anayasasiyla-gitmeye-hazirlaniyor/639751

Sendika.Org'a Patreon'dan destek ol