Mustafa Sönmez: “Ekonomideki asıl mesele, bir tek adam meselesi”

“Türkiye’nin asıl meselesi alternatif bir ekonomi politikası bulup bulmamak değil. Daha geniş daha kapsamlı bir problemi var Türkiye’nin. Ekonomi ile ilgili çarpıklıklar daha makro yönetim anlayışından kaynaklanıyor”

Sendika.Org 22 Kasım 2021 Sayı 11

İktisatçı yazar Mustafa Sönmez’le Türkiye ekonomi yönetiminin son sürecini konuştuk. Sönmez, son yıllarda döviz krizi olarak gündeme gelen gelişmelerden Merkez Bankası’nın son süreçteki kararlarına kadar çeşitli konulardaki sorularımızı yanıtladı, değerlendirmelerde bulundu.

Sönmez, bu süreçte milat olarak 2018 yılında Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçişi alıyor ve ekonomi yönetimindeki temel problemin de tek adam rejiminin popülist hamlelerinden kaynaklandığını ifade ediyor.

Sendika.Org: Türkiye kapitalizmi için bu süreçte krizde diyebilir miyiz? Eğer krizdeyse sistemin hangi dinamiklerinin tıkanıklığıyla bu krizi açıklayabiliriz?

Mustafa Sönmez: Kriz, meta üretiminin durması, aksaması veya birikim sürecinin tıkanması olarak tanımlanırsa eğer, yıldan yıla değişen bir durum olduğundan söz edebiliriz. 2018 yılında başlayan, 2019 ve 2020 yıllarında devam eden ve 2021 yılında toparlanan bir süreç var. Bu anlamda tek bir yıla ait değil döneme ait konuşmamız lazım. Bu da 2018 Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile başlayan hem toplumsal bir çalkalanma hem de ekonomik bir türbülans. Dolayısıyla 2018’den başlayan süreci bir anlamda kriz olarak adlandırabiliriz. Çünkü sermaye birikimi süreci 2018 ve 2020 yılları arasında ciddi olarak tıkandı. Birikim süreci çok yavaşladı her ne kadar negatife düşmese de yüzde bir ve ikilerle ifade edilen bir büyüme oranı söz konusu oldu. 2021 yılı ise bir önceki düşük yıllara göre bir büyüme yılı oldu ama sadece büyüme oranına değil onun yanı sıra yüksek enflasyon, cari açık ve işsizlik gibi göstergelerle beraber Türkiye, bir kriz sürecinden geçiyor diyebiliriz. Fakat bu çok istikrarlı bir dibe doğru kriz halinden ziyade didişen ve yer yer telafi imkanları bulmaya çalışan dalgalı bir süreçtir. Bu süreci bu şekilde tanımlamalıyız.

Merkez Bankası açıklamalarında, Erdoğan’ın sermayedarlara seslendiği konuşmalarda ve hatta Cumhurbaşkanlığına sunulan çeşitli raporlarda tedarik zincirlerindeki aksaklığa vurgu yapılıyor. Bu aksaklığın da Türkiye açısından fırsat olduğu yorumu yapılıyor. Neden fırsat olarak öngörülüyor? Egemenlerin orta ve uzun vadeli öngörülerini nasıl yorumluyorsunuz?

Pandemi sürecinde dünya ekonomisinde bir aksama oldu. Dünyadaki işbölümünde eskisine göre bir çatlama oldu. Çünkü Batı, sanayi ürünlerinin tarif edilmiş belli bir kısmını Asya’dan özellikle de Çin’den alıyordu. Çin’in pandemiden çok sert etkilenişi hem de salgının bir küresel sorun olarak yaşanması dolayısıyla bu işbölümü aksadı. Bu anlamda tedarik zincirleri yer yer kırılmış oldu. Bunu tamamlayan diğer bir unsur olarak enerji üretimi de ciddi olarak aksadı. Yaşanan bu durumlar taşımacılık maliyetlerini yükseltti.

Eski işbölümü böyle bir aksamaya uğrarken Türkiye’nin de jeopolitik konumundan kaynaklı Çin’in ve Asya’nın rolünü üstlenip üstlenemeyeceği tartışma konusu oldu. Çin’den ve Asya’da tedarik edilen bazı sanayi ürünlerini üretilip en yakındaki Avrupa’ya hatta Amerika’ya satan bir ülke konumuna gelebilme potansiyeli değerlendiriliyor. İşte fırsat diye adlandırdıkları bu hadisedir. Ancak unutmamak gerekir ki bu geçici bir süreç. Yani bugünden yarına bu işbölümü bozulmaz. Bu tedarik zincirinin arızaları en kısa zamanda giderilir. Asya’nın ve Çin’in sanayi yatırımlarından dolayı üstünlükleri yıllara dayanan bir birikimdir. Bu bir yılda Asya’nın ve Çin’in elinden alınacak bir hadise değildir. Bu bir fırsatsa da sadece birkaç aylık bir fırsattır. Böyle düşünmek gerekir.

Bu öngörüleri tutarlı veya iddialı bulmuyorsunuz anladığımız kadarıyla. Değil mi?

Yapısal değil, geçici bir hadisedir. Birdenbire Türkiye’nin dış dünyayla olan işbölümünü değiştirecek bir şey değildir. Fırsat ya da konjonktür değildir. Türkiye’nin rol alabilmek için son 15 yılında yatırımlarını ağırlıkla sanayiye yönlendirmiş olması ve ihracata dönük sanayi yatırımında sistemli bir büyüme gerçekleştirmiş olması gerekirdi. Türkiye, bunu yapmak yerine inşaat odaklı bir büyüme ve iç pazar odaklı sanayi ile rekabeti önemsemeyen, daha çok iktidarda kalmayı önemseyen bir çizgi izledi. Bu süreçte rakipleri bu yarışta Türkiye’yi geride bıraktı. Türkiye’nin bu arayı kapatıp onların rolünü alması da kolay olmayacaktır.

Bu dönemde ihracatta bir sıçrama var. Bu sıçrama ağırlıklı olarak döviz kurunun yükselmesiyle ihracatçıları motive eden geçici bir sıçramadır. Bu durumun kalıcı olması mümkün değildir. İhracatçı, ithalata bağımlı bir üretim yapıyor. Dolayısıyla ihracat kadar ithalat da önemlidir. Döviz kurlarıyla ihracattan motive olunuyor ama aynı şeyleri yeniden ihraç etmek için ithalat yapılması gerekir. Dolayısıyla yüksek döviz kurundan bu kez de ithalat yapılmaya kalkışıldığı anda bir rekabet imkanını kaçırmış oluyor.

Günümüzde pandemi sonrası canlı gibi duran Batı pazarları, yükselen enflasyonla beraber bir daraltıcı ekonomik konjonktüre girecekler ve ayrıca talepte bir düşüş söz konusu olacaktır. Türkiye’de yükselen enflasyon süreci istikrarlı bir ekonomik büyümeye engel olacaktır. Ayrıca ihracattaki görece bu sıçramanın da kalıcı olacağını söylemek mümkün değildir.

Son süreçte Merkez Bankası’nın faiz kararlarını ya da genel olarak para politikalarını, bu öngörüler ışığında nasıl değerlendirirsiniz?

2018 yılında Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçişle beraber bu politik sistem içeride ve dışarıda ciddi soru işaretleri yarattı. Türkiye’ye dış kaynak girişini akamete uğrattı. Herkes böyle garabet bir sistemin nelere yol açacağını ve tek adam siteminin nelere yol açacağını görmek istedi ve bekleyişe geçti. Bunun yanında Amerika ile yaşanan gerilimler (Brunson krizi vs.) sonucunda döviz kuru ciddi bir tırmanışa geçti. Yabancılar da Türkiye piyasasından çıkmaya başladılar. Döviz fiyatındaki artıştan başlayan çok sert bir enflasyon dalgası gelmeye başladı. Sanayi yükünün ve üretici yükünün maliyetleri arttı. Döviz fiyatı kolay kolay aşağıya inmedi. Berat Albayrak döneminde Türk Lirası faizlerinin yükseltilmesiyle kriz kontrol altına alınmaya çalışıldı. Devamında Merkez Bankası’nın 128 milyar dolarlık rezervi kullanılarak dövizi frenlemeye çalıştılar ama sonrasında faizleri tekrar düşürüp iç piyasayı canlandırma niyetleri yeniden fiyatların artışını getirdi. Dövize olan talebi yeniden tırmandırdı.

Şimdi çok ciddi olarak bir enflasyon sorunu var. Bu da ağırlıklı olarak döviz fiyatlarının artışından kaynaklanıyor. Bu duruma tarımda arz eksikliği ve gıda enflasyonu eşlik ediyor. İktidar, yaşanan bu problemi kolay kolay kontrol altına alamıyor. Kaybolan güveni yeniden inşa edemiyor. Enflasyon tırmanışının önüne geçilemeyince beli ölçüde ekonomiyi soğutmak gerekir. Bu da siyaseten istedikleri bir şey olmayınca bu durumla uğraşmayı neredeyse bıraktılar. İhracata dönük büyümeyi teşvik etme, ihracatı artırarak döviz girişini sağlama ve döviz girişini genişleterek dövizin fiyatını aşağıya çekme gibi yöntemlerle enflasyonu kontrol altına almak gibi hikaye yazdılar. Bu yöntem hem teorik hem de pratik olarak geçerli bir argüman değildir. Bu hikayenin devamı olarak dövizin tırmanışını umursamayıp faizleri indirme, düşen faizlerden sermayenin yararlanmasını sağlama ve böylelikle ihracat gücü elde etmesini sağlama hikayesinin peşindelerdir.

Daha çok Merkez Bankası kaynaklarını ucuza kullandırarak piyasada bir konjonktürel canlanma yaratma ve bununla seçmeni elde tutma, enflasyondan şikayetçi geçim derdi olan seçmeni böyle bir büyüme hikayesiyle yakalama çabasındalar. Bu durumun devamı olarak iki defa faizin yüzde on dokuzdan yüzde on altıya indirilmesi girişimleri örnek verilebilir. Bu yolla piyasada geçici olarak bir canlanma yaratmak ve bunun seçmen üstünde yaratacağı görece olumlu havayla belki 2022 yılı ortalarında bir erken seçim fırsatı yaratmaya çalışmak peşindeler gibi görünmektedir.

Bu noktada iki dikkat çekici konu vardı. Birincisi Merkez Bankası Başkanı Şahap Kavcıoğlu’nun Enflasyon Raporu sunumunda enflasyonu ve dolar kurunun dengelenmesinin cari açıkla mümkün olduğuna dair öngörüsü vardı. İkincisi, sanayicilerin ve ihracatçıların da olduğu bir grubu temsil eden TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu’nun dikkat çekici bir söylemi vardı. Dolar kurundaki yükselişin sanayiciler açısından tedirgin edici olduğunu söylemişti utangaç bir şekilde. Aslında son süreçteki faiz indirimi tam da bu çevre için olumlu değil mi? Bir çelişki var mı burada sizce?

Böyle bir kararda madalyonun iki yüzü var. Bir yandan faizi düşünce sermayeye yarayacakmış gibi görünüyor ama öteki tarafta kontrol dışına çıkmış enflasyon ve ona kaynaklık eden bir döviz tırmanışı gibi bir bela var. İş insanı, madalyonun iki yüzünü de görmek durumunda. Çünkü madalyonun iki yüzünden de etkileniyor. Her iki yüzünü de değerlendirince faiz indiriminin getireceği avantajı çok önemsemediler. Daha çok enflasyonun kontrol dışına çıkmış olmasından  ve buna da döviz fiyatlarının kaynaklık etmesinden şikayetçiler. Tabii ki döviz fiyatlarının yükselmesi, ihracattan sağlanan dövizin getirdiği faydalardan daha ağır. Çünkü döviz fiyatı arttığı zaman ithalat pahalılaşıyor. Dolayısıyla üretimi sürdürmeleri zorlaşıyor. İkinci olarak özel sektörün dış borcu hâlâ 170-180 milyar dolara yakın. Bu döviz borcunun TL karşılıkları tırmanıyor. Firmalar kur zararı yazıyorlar. En önemlisi bu kur kontrol altına alınamayınca enflasyon kontrol altına alınamıyor ve bu enflasyonist ortamda istikrarlı bir büyüme mümkün değil. Bir kere yabancıları böyle bir enflasyonist ortamda çekemezler. Yabancı gelmediği takdirde hem dövizin fiyatını düşürebilmek mümkün değil hem de dünya ekonomisiyle olan ilişkileri devam ettirmek mümkün değil. Bunu görerek bu şikayetlerini yapıyorlar.

Ana akım iktisatçılar arasında ve hatta ana akım muhalefette ekonomi yönetiminin kötü olduğu, liyakattan uzak olduğu eleştirisi var. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Bu bence tali bir mesele. Daha iş bilir ekonomistler işin başına gelse de bu durumu düzeltemezler. Bu esas olarak kararların bir tek adam tarafından veriliyor olmasından kaynaklanıyor ve tek adamın da önem verdiği iktidarda kalmak. Ekonomi onun için bir araç. Hangi ekonomik politika ona yardım edecekse, onu iktidarda tutacaksa onu doğru biliyor. Hangi ekonomik politika seçmeni ona yaklaştıracaksa uzun vadede çok ciddi sorunlar yaratsa dahi aldırmıyor. Dolayısıyla burada bir sistemsel mesele var. Liyakat sahibi bir iktisatçı ya da profesyonel bürokrat olup olmama meselesi değil. Bu da var tabii. Bir sürü liyakatsiz insanı bilerek getiriyor yönetimlere. Ama bu da son tahlilde getiren kişi ile ilgili bir sorun. Dolayısıyla asıl mesele sistemik bir tek adam meselesi, diğeri tali bir mesele.

Ana akım muhalefet, Millet İttifakı’nın yanı sıra DEVA ve Gelecek Partisi’ni katarak düşünürsek, ekonomi yönetimine dair sunduğu fikirler Ali Babacan’ın bakanlığındaki yönetim anlayışını çağrıştırıyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Ana akım muhalefet Türkiye’nin geniş halk kesimlerine ve sermayenin çeşitli fraksiyonlarına ortak bir çıkış yolu sunabiliyor mu? Sunulan alternatif gerçekçi ve uygulanabilir mi?

Türkiye’nin asıl meselesi alternatif bir ekonomi politikası bulup bulmamak değil. Daha geniş daha kapsamlı bir problemi var Türkiye’nin. Ekonomi ile ilgili çarpıklıklar daha makro yönetim anlayışından kaynaklanıyor. Dolayısıyla bugün ana muhalefetin üzerinde birleşmeye çalıştığı şey bu tek adam sisteminin yerine daha geleneksel burjuva demokratik bir yapının oluşturulması. Ona da güçlendirilmiş parlamento diyorlar. Bağımsız ve tarafsız yargı, baskı altında olmayan medya gücü ve liyakatle yönetilen bir devlet sistemi… Ana muhalefetin üstünde birleştiği şey bu. Bu sağlanırsa bunun devamı olarak ekonomide de kaybolmuş güvenin yerine gelmesi ile hem Batı’yla olan ilişkilerin düzeleceği, sermaye akışının normale döneceği hem de içeride bir güven ortamı yaratılarak birçok anomalinin ortadan kalkacağı umuluyor. O nedenle muhalefetin bir alternatif ekonomi politikasından ziyade muhalefetin alternatif bir yönetim sistemi iddiası var. Bunun üzerinde birleşmeleri daha önemli. Bu sağlanırsa bunun devamında daha makul daha sorunsuz bir ekonomi programı üretilebilir. Çünkü bugün ekonomideki anomaliler ağırlıkla bir güven meselesinden ve bir tek adam sistemi ile yönetilmekten kaynaklanıyor. Bu ortadan kaldırılıp güven tekrar yerine gelirse ciddi ölçüde problemlerin çözümü de kolaylaşabilir.

TÜSİAD, yakın zamanda “Yeni Bir Anlayışla Geleceği İnşa” başlıklı bir rapor yayımladı. Yüksek İstişare Konseyi toplantısında da kamuoyuna duyurdu. İktidarın ekonomi yönetimine dair eleştirileri Merkez Bankası’nın bağımsızlığı odaklı yapılırken laiklik, cumhuriyet gibi ifadeler bolca geçti. TÜSİAD merkezli tekelci sermayenin ekonomi yönetimine yönelttiği bu eleştirileri “Yeni Bir Anlayışla Geleceği İnşa” raporunun da içeriği çerçevesinde nasıl değerlendirebiliriz? Bu çatışmanın sınıfsal temeli nedir?

TÜSİAD Türkiye’yi dünya ekonomisinin bir parçası haline getiren sistemin AKP öncesinde hegemonik gücüydü. AKP elde ettiği güçle TÜSİAD’ı biraz daha bu hegemonyadan uzaklaştırıp kendi sermaye grubunu, fraksiyonunu oluşturmaya girişti. Bunu da kısmen de gerçekleştirdi. Özellikle devlet imkanlarını kullanarak kayırmacılık yöntemiyle “beşli çete” dediğimiz grupları, hem inşaat ve enerji alanlarında hem de devletle olan ilişkiler bağlamında palazlandırdı. TÜSİAD’ı da özellikle Osman Kavala’yı rehin alarak sindirdi. Onlara bir devlet zoru, baskı uygulayabileceğini ima ederek onların bir baskı grubu olarak seslerini yükseltmelerine fırsat vermedi. Onlar çeşme aktıkça ve testileri doldukça bunu sineye çektiler. “Bekleyip görelim” dediler ya da tekil sermayedarlar olarak başlarına gelebilecek her şeyden korkarak birlikte davranmaktan imtina ettiler. Bu anlamda Erdoğan amacına ulaştı.

Fakat onlar da şunun farkındalar ki, son tahlilde dünya ekonomisi ile bütünleşik, hem siyasi hem ekonomi kurallarıyla çalışan bir Türkiye olmadıkça onların çarkları da dönmez. Onlar da hızlı bir şekilde dünya ekonomisinden koparak cılızlaşırlar ve zayıflarlar. Dolayısıyla onların da çıkarları Batı dünyasının normlarına sahip çıkmakla örtüşüyor. Şimdiye kadar yaşamadıkları hızla yükselen bir enflasyon var. Beraberinde bir döviz kuru artışı ile el ele yürüyor ve kontrol dışına çıkmış durumda. Bu kontrol dışına çıkış sadece onları değil TOBB’u da konuşmaya yöneltti. TOBB kuruluşundan beri AKP’nin arkasındayken şimdi zaman zaman politikaları eleştirmeye başladı.

Bu aynı gemi içerisinde olmalarıyla, Türkiye ekonomisinin bir parçası olmalarıyla ilgili. O nedenle şimdi MÜSİAD da güçlü ses çıkaramıyor. Onlar da faiz indiriminden faydalanmakla beraber madalyonun öbür yüzünden etkilendikleri için aslında müştekiler. Dolayısıyla sermayenin önemli bir kısmı, bu politikaların Batı sistemiyle olan sürtüşmeden kaynaklandığının, tek adam sisteminden kaynaklandığının, hukuk devleti olmamaktan kaynaklandığının farkında. Bu anlamda da ana muhalefet ile çakışmaya başladılar. Benzer şeyler söylemeye başladılar. Bunun altındaki neden de tekil çıkarlarının zarar görmeye başlaması.

Bu süreçte işçi sınıfının talepleri ve siyaseti nasıl oluşturulmalı? İşçi sınıfı sürece hangi talep ve araçlarla müdahale edebilir?

Hukuk devletinin inşası, güçlendirilmiş parlamento, bağımsız yargı gibi hedefler konusunda bu hedeflere kimin yüzü dönükse onlarla yol arkadaşlığı yapılabilir. Ama şunun da altını çizelim, yol arkadaşlığı belli bir durağa kadar birlikte gitmektir. Kimilerinin yolu o durakta biter. Sermaye sınıfının yolu orada biter ama emek sınıfının durağı daha ileridedir. O yol arkadaşlığının devamında kendi eşitlikçi ve özgürlükçü hedeflerine dönük yolculuğunu sürdürmesi gerekiyor.

Kısa vadede geniş bir cephede etkin bir özne olarak yer almak ama onun ötesinde hedefi ve ufku bununla sınırlı tutmayıp Türkiye’nin gerçek kurtuluşunun ancak eşitlikçi ve özgürlükçü bir sistemle mümkün olacağını dillendirmek ve örgütlenmeyi de buna göre yapmak, bütün kısa, orta ve uzun vadeli donanımın yol haritasını da buna göre çizmek gerekir.

Sendika.Org'a Patreon'dan destek ol