Salgın koşullarında “ücretlerin yükselmesi” sınıf savaşımlarının doğrudan sonucudur. Avrupa proletaryası, veba salgını bahanesiyle dayatılan yeni proleter çalışma ve yaşama disiplinini reddetti. “İşçi ücretlerini düşürme” biçiminde dayatılan yeni toplumsal ilişkilere karşı, kendini bir sınıf olarak inşa ettiği toplumsal sürecin zeminini besleyen isyanlar silsilesini örgütledi. İsyanların politik-toplumsal içeriğine “açlık-hastalık” patlamaları değil, kurucu, “komünist” ilkeler rengini veriyordu. Salgınların öncü devrimcilerinin 21. yüzyıl komünistlerine aktaracak en önemli dersi nedir diye soracak olursak: En imkânsız koşullarda en radikal devrimci çözümlerin peşine düşülmesi gerektiğidir
14. yüzyıl bir “kriz yüzyılı”dır. Veba salgınları, kıtlık ve savaşlar, toplumsal yaşamın sürekliliğini tehdit eder hale gelmiş, tüm sınıfların önüne bir varlık-yokluk sorunu koymuştur. Zirvesine 1347-1351’de ulaşan veba salgını (“Kara Ölüm”), ölümcül bir hastalığı toplumsallaştırmıştır. Avrupa nüfusu üçte bir oranında, hatta yarı yarıya kayıp vermiştir. O zamana dek hiç görülmemiş boyutlarda bir “emek darlığı” ortaya çıkmış, üretim durma noktasına gelmiştir. Sınıf savaşımları şiddetlenmiş, sınıfsal hayatta kalma güdüleri, en sert politikaları, en şiddetli yöntemleri savaş alanına taşımıştır.
Ölümün karalığı yüzyılın ruhuna işlemişti. Ancak kıtlık, savaş ve salgın koşullarını emeğin şartlarına dönüştürüp yüzyılın sonlarında kendisi için “altın çağ” yaratan bir de Avrupa “proletaryası” vardı. Sınıflar mücadelesinin yönetiminde deyimin gerçek anlamıyla “öncü”dür. “Salgın yönetiminde” tüm sınıfların ilerisindedir. Özünde “vahşi-tepkisel-şiddet düşkünü yığınlar” değildir. Şiddet, onun için bir sınıf mücadelesi taktiğidir; sadece bir “enstrüman” olarak kullanır. Pasif direniş, sabotaj, protesto, doğrudan eylem, mülke zarar verme, makine kırıcılık ve ayaklanma taktikleriyle “karşı taraf” üzerinde tehdidi hep canlı tutarak kendi “toplu pazarlık” şartlarını oluşturur. Avrupa’nın en gelişmiş sanayi, ticaret, tarımsal üretim havzalarında işçilerin en ileri kesimlerine dayandığından, isyan ve direnişleri sürekli ve kalıcı olabilmiştir. “Eylem birliği” içinde ya da bir “müttefik” olarak dönemin köylü isyanlarıyla temas halinde olmak, kendi sınıfsal inşasının tamamlayıcı ortamıdır. Daha salgının ilk aylarından başlayarak “ücret ve çalışma şartları”nın belirlenmesi sınıf mücadelesinin sürükleyici halkası, motivasyonu, kurucu zemini haline gelmiştir. Bu zeminde Avrupa proletaryası dilini çoğunlukla “sapkın” Hristiyan mezheplerin ajitasyon-propaganda dağarcığından alsa da ilhamını yüzyıllardır süregelen “komünist” düşüncelerden almıştır. Onunkisi “üç kuruşun davası” değildir. Salgın sonrası yüzyıla damgasını vuran “proleter” isyanlar, iktidarın özyönetimci kullanımı girişimlerinden ortak mülkiyet pratiklerine, yenilmiş bir “toplumsal devrim süreci”dir. Ardında çokça devrim ve yenilgi dersleri bırakarak…
Veba isyanları sürecinde, sırf İtalya, Fransa ve Flandre bölgesinde ayrı ayrı 1112 sorunla ilgili 1600 kitlesel eylem tespit edilmiş. Üstelik bunlar açlık-kıtlık-yoksulluk patlamaları değil, siyasal nitelikli hak ve talep hareketleridir.[1] “Toplumsal eşitlik” ideali hareketlerin temel motivasyonuyken, “işçi ücretlerinin yüksek, çalışma sürelerinin kısa tutulması” sınıfsal gerçekliğini oluşturuyordu. Daha salgının ilk aylarında, ortaya çıkan “emek kıtlığına” çözüm olsun diye, kraliyet ve kent devleti yönetimlerince ardı ardına “çalışma yasaları” (kararname, emirname, yasa, mevzuat, tüzük, statü vb.) çıkarılmaya başlandı. İngiltere’de 1349, 1351, 1360; Fransa’da 1351, 1354; Floransa’da 1349 “Polis Kararnamesi”, neredeyse yüz yıla yayılan bir yasalaştırma süreci, egemen sınıfların salgın yönetimi politikalarının temelini oluşturdu. Brandenburg’da işçilerin ücretleri öylesine yükselmişti ki haftada iki gün çalışarak geçinebiliyorlardı. Kimi Hollanda kasabalarında, tekstil işçileri kendi çalışma saatlerini kendileri belirliyordu.[2] “Essex gibi tek bir ilçede bile, yalnızca 1352’de 7.556 kişi -muhtemelen ilçenin çalışan nüfusunun dörtte biri- aşırı ücret almaktan dolayı para cezasına çarptırıldı.” “Yasal olarak saptanan ücretten fazlasını ödemek yasaktı ve cezası hapisti; ama daha yüksek ücret alan, daha yüksek ücret ödeyene göre daha ağır bir cezaya çarptırılıyordu.”[3] Buna karşın birkaç yüzyıla yayılan “uzun süreli yüksek ücret döneminin” önüne geçemediler. Her yasalaştırma girişimi ve bunu destekleyen baskıcı yöntem, sert sınıfsal taktiklerle başarısızlığa uğratıldı. Avrupa proletaryası, salgın bahanesiyle dayatılan bu yeni proleter çalışma ve yaşama disiplinini reddetti. Salgın koşullarını kendi lehine değiştirdi. Kendini bir sınıf olarak inşa ettiği devrimci toplumsal sürecin zeminini besleyen uzun süreli bir isyanlar silsilesi örgütledi. “Ücret düşürme” biçiminde dayatılan yeni toplumsal ilişkilerin devrimci eleştirisini pratiğe döktü. Salgın koşullarında “ücretlerin yükselmesi”, proletarya ile tüccar-zanaatçı-kent yöneticileri-kraliyet arasındaki sınıf çatışmalarının doğrudan sonucudur.
1260’lardan başlayan “kentsel büyüme” zaten sınırlarına dayanmıştı. Ücret istikrarsızlığı, işsizlik, yoksul halk yığınlarının “kriminal davranışları”, kitlesel öfke patlamaları salgından önce de görülüyordu. Kentsel büyümenin parlak döneminde bile Figeac zanaatçılarının örgütlediği sendikal birlikleri (collegatio) “kısa iş saatleri” için sokaklardaydı. “Şehir eşkıyası”na çıktı adları. 1337’de, daha salgından on yıl önce, Gent yün yıkama işçileri “iş ve özgürlük” çığlıklarıyla ayaklanmışlardı. Liége’li Henri de Dinant’la[4] simgeleşen, Liége’nin komüncü geleneği ve “sınıfsız toplum” düşleri zaten işçi sınıfının yüz yıllık motivasyon kaynağıydı. 1323’ten 1328’e (salgından önce kıtlıktan sonra) zanaatçılarla köylülerin birlikte örgütlediği ayaklanmaları Henri Pirenne “özgün bir toplumsal devrim girişimi” olarak değerlendirir.[5] Yine salgından kısa bir süre öncesinde (1335), Ghentli dokumacıların “işçi demokrasisi” talebiyle başlattıkları hareket, prens-soylu-rahip-tüccar sınıfının kanlı gerici ittifakıyla bastırılmıştı. Salgın yıkımı, şartları proletarya lehine değiştirse de sürekliliği ve devrimci gelenekleri olan “olgunlaşmamış” bir “proleter hareketten” söz ediyoruz. Aynı militan “dokumacılar” salgından sonra (1378) yine ayaklandılar. Bu sefer çıraklar ve kalfalar ustalara, ücretli işçiler tüccar-sanayici burjuvaziye, köylüler lortlara-rahiplere karşı harekete geçtiler. Hedef altı yaşından büyük tüm egemen sınıf üyelerinin ortadan kaldırılmasıydı. Flamanların Fransızlara karşı yenildiği Roosebeke Savaşı’na (1382) kadar da -mübalağa- bir nevi “proletarya diktatörlüğü”nü andıran başarılı sonuçlar da elde ettiler.[6] “Mutlak monarşi” Paris halkının hep hedefindeydi: 1358’de burjuva önderlik (Etienne Marcel) altında ayaklandı. 1382 isyanında önderliği el değiştirdi; Maillotin’lerin eline geçti. Maillotin’ler Fransız ordusunun İngilizler için hazırladığı “gürzleri” isyanın silahına dönüştürüp orduyu kendi silahıyla vurdular. İsyan çıkar da Makine Kırıcılar durur mu? 1360’tan 1414’a uzanan bir dalga içinde Kuzeybatı Avrupa ve imparatorluk kentlerini, Ren Vadisi (Strasbourg, Köln ve Frankfurt) ve Orta Almanya’yı (Basel, Nürnberg, Ratisbonne) kırdı geçirdiler. Hobsbawm’ın dediği gibi, makine kırma, mülke zarar verme, sabotaj ve doğrudan eylemlerle “proleter tehdidi” hep canlı tutarak toplu pazarlık şartlarını oluşturdular.[7]
Avrupa tekstilinin gözde ihracat merkezlerinde (Floransa, Siena ve Flamanya) sınıf savaşımlarının en sert çarpışmaları yaşandı. Loncaların sultası altında zengin tüccarlara “insanlık-dışı” şartlarda çalışan dokumacı-boyacı-kastarcı yaklaşık dört bin tekstil işçisi içine düşmüş bulunduğu bu yeni bir “serflik” türüne isyan için salgın fırsatlarını hiç kaçırmadılar. Toplanmaları, örgütlenmeleri, iş aletlerini yanlarında taşımaları yasaklanmış yoksul işçi kitleleri, “insanca yaşam” için, siyasal-toplumsal hakları için “ölümcül bir maceraya” atıldılar. Bruges ve Ghent’in yeni kentsel proletaryası sadece dokumacılıkta değil, geldikleri kentlerin devrimci geleneklerini öğrenmekte de ustalaştılar.
Boissonnade’nin[8] 1379-1382 Fransa’sı için söylediği aslında tüm Avrupa için geçerliydi: proleter “bir devrim kasırgası” Avrupa’nın altını üstüne getirmiş; kısa süreliğine de olsa “ayaklar baş” olmuştu. “Bozkırı tutuşturan kıvılcım”, kırk dokumacının ve ayakkabıcının asılarak katledildiği Bezier’den Montpellier’e sıçradı. İşçilerin dönemin koşullarına has bir “işçi demokrasisi” anlayışıyla yönetimde söz hakkı elde ettikleri Paris ayaklanmasına (1413) dek Carcassone, Orleans, Amiens, Tournai ve Rouen militan işçiler sokakları hiç boş bırakmadılar.
Ödeme krizi içindeki borçlandırılmış Floransalı tekstil işçileri (Ciompi), 1382’de isyan çıkardı. Bankerlerin ve dokumacıların kentinde “borçların ödenmemesi”, bir sınıf mücadelesi taktiği olarak Gramsci’nin öncülerince mükemmelce uygulandı. Tekstil sanayi üreticileri ve tüccarlarının, zengin loncaların sınıfsal kent yönetimine karşı, 1378-1382 arasında kentin denetimini ele geçirdiler. “Tanrının önünde eşit tek bir emekçi insanlık” olarak “proletarya diktatörlüğünü” ilan ettiler.[9] Arno kıyılarında olduğu gibi Scheldt kıyılarında da devrimcilerin, “karşı taraf” üzerinde bir proletarya diktatörlüğü kurmayı amaçladıklarını söylemek abartma olmayacaktır.[10]
İngiltere’de 1381 İsyanı’nın Deli Papaz’ı John Ball’un[11] halkı isyana çağıran şifreli mektupları, aslında tüm Avrupa proletaryasının ruh halini yansıtıyordu: “Şimdi tam zamanı, koşullar olgunlaştı, beklemek ölüm ihanettir.” Deli Papaz, Wat Tyler’la birlikte isyanının önderlerinden biridir. Etkili bir örgütçü ve ideologdur. Militandır. Son kez girdiği Maidstone hapishanesinden yoldaşları tarafından kurtarıldığında (21 Nisan 1381) soluğu isyancıların Londra yürüyüş kolunda almıştı. İsyancılar Çinli artçıları kadar olmasa da kırlardan kentlere bir “uzun yürüyüş” eyleyerek Londra’nın merkezine ilerlemiş, bir süre, bu kadim kente tarihte hiç olmadığı kadar proleter bir damga vurmuşlardır. Kral II. Richard, fırıncılar, bira imalatçıları, boyacılar, dokumacılar, kepçeciler, kasaplar, mevsimlik tarım işçileri, tekstil işçileri, dilenciler, serseriler, sapkın devrimci rahipler, zanaatçılar ve köylülerden oluşan isyan ordusunun taleplerini kabul etmek zorunda kalmıştır. Salgın yüzyılının sonlarında işçi-köylü-zanaatçı ittifakına dayanan özgün bir birleşik halk isyanın son büyük örneğidir. Deli Papaz’ın şifreli vaazlarıyla halka ulaşan “komünist düşünceler” ve taleplerin politik-toplumsal içeriği, isyancılar için “komünizmi” bir ütopya olmaktan çıkarmıştır:
… Toprağı işleyen köylüler aleyhine çıkarılan yasalar kaldırılacak; İngiliz aristokrasisinin tüm rütbe ve unvanları kaldırılacak; İngiltere kilisesinin tüm servetine el konacak ve bunlar halka dağıtılacak; bütün piskoposların rütbesi kaldırılacak; serflik kaldırılacak; herkes eşit ve özgür koşullara sahip olacak…[12]
1381 isyanında militan kadınların merkezi bir rolü, belki eril tarih kitaplarına değil ama resmi mahkeme kayıtlarına geçti. Düzenin kilit hedefleri, bir kadının -Johanna Ferrour- önderlik ettiği isyan kolu tarafından vuruldu: Sudbury Başpiskoposu Simon, hazinenin/maliyenin önemli ismi Robert Hales, hükümetin kritik üyeleri öldürüldü; Savoy Sarayı, kayıt defterleri, hukuk kitapları yakıldı.[13]
Kiracı köylüler ve ücretli tarım işçileri “emek darlığını” etkili bir sınıfsal taktiğe dönüştürdüler. Ücretli emek fiyatları Kara Ölüm öncesine göre %50 fırlamıştı.[15] Salgın öncesinin alışılmış ücretlerinde fazlasını ödeyen lortlara, fazlasını isteyen ırgatlara, koyun, domuz çobanlarına cezalar biçen fermanlar, tıpkı kentlerde olduğu gibi kırlarda da boşuna okundu. Yönetici sınıfların, serfler üzerindeki baskıyı yoğunlaştırma, kiraları, hukuksal vergileri arttırma, ücretleri dondurma politikaları işe yaramadı. Bastırılamayan sayısız yerel direnişler ve lortların kâbusu Jacquerie İsyanı ardı ardına geldi.[16]
Mayıs 1358’de patlak veren Jacquerie isyanı, Fransa köylülerinin mülksüzleşme-yoksullaşma sürecine direnişinin öyküsüdür. Beauvais bölgesinde başlayan isyan süratle Soissons, Valois ve Brie bölgelerine yayıldı. Feodal tahakkümün simgeleri, yerel şatolar -Montépilloy Şatosu- yağmalandı, ateşe verildi. Lortların hazine dairelerindeki kral/kilise onaylı kayıt defterleri yakıldı. Yenilgiden yirmi yıl sonra (1378) bu sefer Languedoc ormanlarında saklanan yoksul köylü “çeteleri” (Tuchin’ler) şatoları bir kez daha yağmaladı.[17] Kırsal kesime özgü bu harekete zanaatçıların katılımı, hareketin kapsamını ve toplumsal içeriğini genişletti. Ypres ve Bruges zanaatçılarının köylü isyanlarına “önderlik” ettiği (1324) elli yıllık devrimci efsaneden sonra, “kırın ve kentin diyalektik birliği” böylece daha gerçek bir devrimci zemine oturmuştu.
“İtaat nedir bilmiyorlar, yasalar umurlarında değil, soyluların ortadan kalkmasını istiyorlar, topraklarımıza ne kadar kira alacağımıza kendileri karar vermek istiyorlar”[18] diye yazıyor lortların resmi kayıt defterleri. Artık şartları köylüler belirliyordu. Ürünler tarlalarda bekletiliyor, hendekler temizlenmiyor, kaçak serflerin peşine düşülmüyor, kiralar ödenmiyordu. “Kira Grevleri” dönemin zirve eylem biçimiydi. İyi tarafından bakarsak, insan elinin çekildiği yerlerde doğal yaşam serpilip gelişmeye başlıyor; hayvanlar özgürce gezip dolaşıyordu. “Emeğin serbest dolaşımı” toprak beylerinin üzerinde sınıfsal bir tehdit aracıydı. Beyler istemese de bunca “emek darlığı” koşullarında “göçmen emeği” ödüllendiriliyordu. Açmazlara bakın ki bir yandan da toprakları işlemeyen, ihmal eden, savsaklayan işçiler isyankârlıkla suçlanıyordu (Floransa 1355 mevzuatı). Venedik gibi kimi İtalyan kent devletleri nitelikli emeğe “yurttaşlık hakkı” vermeye başlamıştı.[19] Floransa’da köle ithalatı yasallaştırılmıştı (1366). Feodal sömürünün -angarya ve rant sisteminin- çözülme süreci hızlanmıştı. Böylece toprağa bağımlılık pratikte son buldu. Serflerin yerini kiracı-bağımsız çiftçiler aldı. Salgından sonra 15. yüzyıla kadar kıtanın en yüksek ücretleri Hollanda’da görüldü. Özellikle kırsal kesimdeki yüksek ücretler, toprak beylerini “sermaye yoğun/endüstriyel” tarımı geliştirmeye yöneltti. Feodalite çözülürken, kapitalizmin önü açıldı. Feodal sömürü yerini ücretli emek sömürüsüne bıraktı.
Gündelik nakit ücret karşılığında özgür işçi kiralamak lortlar için daha kazançlıydı. Serflere özgürlük vermek artık sıradanlaşmıştı. Ancak kilise, zenginliklerini terk etmek; hiçbir serfi, hiçbir toprağı serbest bırakmak istemiyordu. Toprak beyleri arasında en sertleri, dinsel olanlardı: “Mezhebimizin manastırlarına ait serfler ve bağımlı köylüler, bağımlı kadınlar ve (hizmetli) sınıftan kadınlar üzerinde egemenliği olup da böyle insanlara özgürlük mektupları ve ayrıcalıklar verenleri (aforoz ederiz).” (Clunlac mezhebinin tüzüğünden)[20] Elbette kiliseler de isyan ateşinden kurtulamadı.
Mülke verilen zarardan dolayı Wells’te, kilise, katedrallerinde dansı ve oyunları yasakladı (1338). En geniş topraklar, en büyük servetler kilisenindi. Din adamlarından oluşan seçkin sınıf, kıtlık ve salgın yıllarında bile lüks içinde yaşıyorlardı. İtalyan ve Alman yoksul halk kesimleri arasında hızla yayılan “kendini kırbaçlama” adetini, kefaret biçimi olarak önceleri yüreklendirdiler. Sınıf çatışmalarının şiddetlenmesiyle hareket genişledi, özellikle “papaz sınıfına” yönelmeye başladı. Festival sadece papazlar için değil, sanayi ve ticaret kentlerindeki zengin loncalar ve tüccarlar için de bir tehditti. Thompson ve Hill’e göre, festivalin yasaklanması kapitalizmin ortaya çıkışının yan ürünüdür. Orta-sınıflar, hesaplamayı, biriktirmeyi ve hazzı ertelemeyi öğrenmek zorundaydı; alt sınıflar ise disiplinli, fabrikaya bağımlı bir işçi sınıfına dönüştürülmeliydi.[21] Yükselen tehdidin 1349’da papalık kararnamesi ile yasaklanmasına karşın, kırbaç ritüelleri, “yerel dilde” [“ana dilde”] söylenen dinsel şarkılar ve “dans taşkınlıkları” tüm Avrupa’yı sardı. Köylüler sabanlarını, tamirciler atölyelerini, ev kadınları ev işlerini bırakıp vahşi alemlere daldı. “Hiyerarşik bir din için ruhban sınıfından olmayan sıradan insanların tanrıların huzuruna giden yolları kendilerinin bulması imkanından daha tehdit edici bir şey yoktur.”[22] “Salgın proletaryası”, tanrıya erişim yollarını demokratikleştirmiş, halka açmış; kilisenin Latince tekelini kırarak laikleşme sürecinde tarihsel bir adım daha atmıştı. “Anadilde” ibadet ve kutsal kitap çevirileriyle sapkın mezheplerin devrimci rahipleri, çoğu yerde isyanın “organik aydınları”ydı.
“Komünist” Tabor köylüleri, eşit toplum için bir kez daha ayaklandı (1420). Bohemya’nın toprağında vardı bu. “Komünist ütopyanın” yolu, “ormanlarda hırsızlar gibi öldürülen lortların, soyluların, şövalyelerin” cesetlerinden geçiyordu. Vergiler, haraçlar, özel mülkiyet kaldırılacak; ortak yarar ve ortak mülkiyet dışında mal sahibi olmak “ölümcül günah” sayılacaktı. Kral-hükümdar-tebaa olmayacak, herkes eşit derecede kardeş olacaktı. Ortakçı bir topluluk inşasına girişen bu “Hristiyan komünistler”, kanlı yenilgilerin ardından, kazığa bağlanıp yakıldıklarında, “alevlere kahkahalarla gittiler.” Hikâyenin efsane kısmını bir yana bırakırsak, Tabor ayaklanmasının toplumsal içeriğinde 14. yüzyılın tüm yenilmiş isyanlarının izlerine rastlarız.[23]
Bu bir sınıf savaşıydı. Köylüler efendilerle, köylüler krallarla, köylüler kiliseyle, zanaatçılar tüccarlarla, kalfa ve çıraklar zanaatçılarla, işçiler krallarla-kiliseyle-tüccarlarla-zanaatçılarla savaş halindeydi. Yükselen burjuvazinin mantığını inşa ettiği egemen sınıflar, feodal şiddet tipinden farklı cezalandırılabilir bir davranışı olarak “suç”u icat ettiler. Bir “iç savaş” ordusu olarak polis gücü genişledi.[24] Jacquerie isyanında, bir “özel savaş” yöntemi olarak kontr-Jacquerie ordusu kuran Fransız monarşisi, gelecek kirli savaşların da temellerini atmıştı. Düzenli ücret alan daimi askerlerden oluşan ordular kurdular. Paralı askerler hizmetlerini geçmişte olduğundan daha fazla, daimi ve örgütlü bir şekilde kentlere ve prenslere kiraladılar. Bu kirli “kontrgerilla” çeteleri -Fransa’da Ecorcheurs, Alman’yada Lansquenet’ler, İsviçre’de vb.- ihtiyaç duyuldukça “isyan mevsimlerinde” kullanıldılar.[25]
Christopher Hill’in parlak yordamını kullanacak olursak, 14. yüzyıl salgın Avrupa’sında iki devrimci süreç birbiriyle iç içe ilerledi. Biri, feodal sömürü ve tahakküm ilişkilerini tasfiye ederken, kapitalist sömürü ve tahakküm ilişkilerinin önünü açtı. İktidarı yeni mülk sahiplerine verdi; onların hukukunu egemen kıldı. Mülkiyetçi dünya görüşünü yeniden yapılandırdı. Öteki, salgın hastalıklar, savaş ve kıtlık gerçekliğinde ortak mülkiyetçi, toplumsal eşitlikçi, özyönetimci, “komünist” bir dünyanın inandırıcı ve mümkün olabileceğini gösterdi. Bu uğurda, on binlerin katıldığı isyanlarda binlerce kayıp verdi. Salgının devrimci süreci tasfiye edildi. Salgınların öncü devrimcilerinin 21. yüzyıl komünistlerine aktaracak en önemli dersi nedir diye soracak olursak: En imkânsız koşullarda en radikal devrimci çözümlerin peşine düşülmesi gerektiğidir.
Dipnotlar:
[1] William A. Pelz, Modern Avrupa Halkları Tarihi, Kolektif Kitap, İstanbul, 2017.
[2] Andrew Nikiforuk, Mahşerin Dördüncü Atlısı, İletişim, İstanbul, 2018, sf. 78.
[3] Marx, Kapital, Cilt: 1, Yordam, 2010, sf. 253.
[4] Liégeli Henri de Dinant of Liege, http://bibnum.enc.sorbonne.fr/omeka/files/original/0c0b45a5dedc9741c628da5f6fca3446.pdf
[5] Henri Pirenne, Ortaçağ Avrupa’sının Ekonomik ve Sosyal Tarihi, İletişim Yay., İstanbul, 2013
[6] Silvia Federici, Caliban ve Cadı: Kadınlar, Beden ve İlksel Birikim, Otonom Yay., İstanbul, 2012.
[7] Eric Hobsbawm, Sıradışı İnsan: direniş, isyan ve caz, Bulut Yay., İstanbul.
[8] Boissonnade, P. (1927). Life and Work in Medieval Europe. NY: Alfred A. Knopf.
[9] Rodolico, Niccoló. (1971). I Ciompi. Una Pagina di storia del proletariato operaio. Firenze: Sansoni.
[10] Pirenne, age., sf. 228.
[11] Jean Gimpel, Ortaçağda Endüstri Devrimi, TÜBİTAK Yay., Anakara, 1996, sf. 211.
[12] Margaret Schlauch, The Revolt of 1381 in England, Science & Society, Vol. 4, No. 4 (Fall, 1940), pp. 414-432
[13] Sylvia Federico, The Imaginary Society: Women in 1381, Journal of British Studies, Vol.40, No.2 (Apr., 2001), pp.159-183
[14] Justine Firnhaber-Baker, The Jacquerie of 1358: A French Peasants Revolt, Oxford University Press, 2021.
[15] Leo Huberman, Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla, İletişim Yay., İstanbul, 2009, sf. 61-62
[16] Rodney Hilton, Feodalizmden Kapitalizme Geçiş, Metis Yay., İstanbul, 1984.
[17] Jacques Le Goff (2005), Avrupa’nın Doğuşu, Literatür Yayıncılık, İstanbul, 2017, sf. 192.
[18] Silvia Federici, age., sf. 71.
[19] Samuel Cohn, “After the Black Death: Labour Legislation and Attitudes Towards Labour in Late-Medieval
[20] Huberman, age., sf. 59-60.
[21] Barbara Ehrenreich, Sokaklarda Dans, Versus Kitap, İstanbul, 2009. sf. 129.
[22] Barbara Ehrenreich, age., sf. 112.
[23] Bryan Palmer, Karanlığın Kültürleri, Ayrıntı Yay., İstanbul, 2011, sf. 62-65.
[24] Le Goff, age., sf. 189.
[25] Le Goff, age., sf. 182.