Bugün güvencesizliğe de sarı sendika saltanatına da karşı çıkan en ufak ses, yarın bir örgüt olarak iktidarın karşısına dikilebilir. Ancak bu potansiyeli bugünün acil sorunlarına yanıt verebilecek şekilde işçileri güçlendiren bir hazırlık aşamasıyla yoğurmalıyız
Kamuda işçilerin güvencesiz koşullarda çalışmaları bugünlerde yaygın olarak virüse yakalanmaları ve hayatlarını kaybetmeleriyle sonuçlanıyor.
Özellikle sağlık alanında vaka sayılarındaki artış gösteriyor ki, işçilerin özsavunma kapasitesini güçlendirecek güçlü bir mücadele stratejisine ihtiyacımız var. Dolayısıyla güvencesizlik karıştı mücadelenin sendikal örgütlenme ve hatta sendikal örgütlenmenin de sınırlarını aşan bir işçi örgütlenmesi bağlamında ele alınması gerekir.
Yıllarca kamuda taşeron belasıyla çalışan işçiler, “taşeron işçi hareketi”nin de etkisiyle kadrolu çalışma güvencesine kavuşmuştu. Ancak kadrolu çalışma şartlarının birçok beklentiyi de karşılamadığı yaşanarak görüldü. Üstelik iktidar cephesinden geliştirilen hamleyle, taşeron karşıtı mücadelenin etkili sendikalarını devre dışı bırakarak ve ayak oyunlarıyla sarı sendikaları işçinin tepesine bir vekâlet unsuru gibi dikerek güvencesiz çalışma koşullarının sürekliliği sağlanılmaya çalışıldı.
Güvencesizliğin yarattığı bıkkınlık karşısında her ufak umut beklentisi işçiler tarafından tutunacak dal misali muamele gördü. Geçtiğimiz 1 Kasım tarihi de bu beklentilerin en büyüklerinden biriydi. 1 Kasım’a sihirli bir anlam yükleyen kamu işçileri maalesef beklentilerinin karşılığını göremedi. Taşerondan kadroya geçerken tabi olunan çerçeve toplu iş sözleşmesinin (TİS) bitiş tarihi olan 1 Kasım, aynı zamanda işkolu değişikliklerinin de önünü açtı. Yani bir hayrı varsa sadece işçilerin çalıştığı işyerleriyle alakalı bir işkolunda gözükmesidir.
Ancak işçilerin yaygın olarak 1 Kasım’a yüklediği “daha iyi şartlarda kadro” veya “yeni bir toplu iş sözleşmesi” gibi anlamlar arkasında yatan güvenceli çalışma beklentisi ancak bir mücadeleyle sağlanabileceğine dönük örgütlenme arayışıyla umutsuzluğa gömülme arasında salınım halinde. İşçi sınıfı hareketi bu durumu nasıl değerlendirecek?
Sağlık alanında, işçilerin hak beklentisine aracılık edebilecek örgütlenme arayışı ilk olarak kendisini bugüne kadar bir biçimiyle “mahkûm” edildikleri Hak-İş’e tepki biçimleri doğurdu. Hak-İş’ten istifa etmek (yer yer toplu istifalar) ve başka konfederasyonlara yönelmekten, örgütsüzlüğü yeğlemeye kadar çeşitli tavır alışlar gerçekleşti.
Üstelik Hak-İş’in işkolu değişikliğine karşı çıkması da büyük bir tepkiye yol açtı. Ancak özellikle 1 Kasım sonrası üye kaybına uğrayan ya da işçilerin farklı sendikalara yöneldiğini gören Hak-İş, işçileri kendisine mahkûm edecek iki tür taktik geliştirdi. Birincisi 1 Kasım öncesinde üniversite hastanelerinde, hastane çoğunluğu farklı sendikalara üye olsa dahi İŞKUR üzerinden işe girenleri üye yaparak yetki başvurusunda bulundu. Bu durum 1 Kasım sonrasında işkolu değişikliği olan işçiler için de toplu iş sözleşmesi görüşmeleri süresince biriken geriye dönük alacaklarından faydalanmak için Hak-İş’e üye olma “zorunluluğu”nu beraberinde getiriyor.
Bir diğer taktik ise, devlet hastanelerinde çalışan ve zaten ağustos ayında TİS imzalandığı için Hak-İş’e üye olmadan da “dayanışma dilekçesiyle” TİS’ten yararlanmak isteyen işçilerin üzerinde yalan ve baskıya dayanarak üye yapmak şeklindeydi. “Bize üye olmazsanız haklarınızdan yararlanamazsınız” yalanıyla adeta örgütlenmiş gibi hemen hemen her hastanede dayanışma dilekçelerini yok sayan, zorla geri çektiren idare tutumları işçilerin büyük bir kısmını yine Hak-İş üyeliğinde kalmaya zorladı.
Bu sürecin pandemi koşullarında işçi sağlığı başat bir sorunken böyle yaşanmasında en büyük etken, şüphesiz işçiler tarafından 1 Kasım tarihine yüklenen anlamlardı. “Belki olur” diye daha iyi şartlarda TİS, ücret artışı, sosyal haklarda iyileştirme beklentisi yine sarı sendikacılık ve devlet bağlantısının oluşturduğu takoza takıldı. Ancak bir kez daha kanıtladı ki uzun soluklu ve yalnızca TİS odaklı olmayan bir şekilde işçilerin örgütlenmesini çok yönlü geliştirmeye ihtiyaç var.
Bu ihtiyacın başında da salgın koşullarında öncelikle hayatlarımızı korumaya dönük bir şekilde özsavunma örgütlerini düşünmemiz gerekiyor. Zaten salgının ilk günlerinde hastanelerden daha fazla maske talep eden, daha sağlıklı dinlenme odaları ve yemek yiyecek yerler tesis edilmesini sağlamaya dönük harekete geçen işçi grupları bir nevi hastanelerde salgınla mücadele komiteleri olarak örgütlenme potansiyeli taşıyor. Bu potansiyeli gerçek komitelere dönüştürmek aynı zamanda uzun vadede, işçiler üzerinde kurulan sarı sendika saltanatını da yıkmaya hazır bir altyapının oluşmasını sağlayacak, özsavunma/özyönetim fikriyle bugünden hazırlanan bir sendikal stratejinin parçası olarak ele alınmalıdır.
Bugün güvencesizliğe de sarı sendika saltanatına da karşı çıkan en ufak ses, yarın bir örgüt olarak iktidarın karşısına dikilebilir. Ancak bu potansiyeli bugünün acil sorunlarına yanıt verebilecek şekilde işçileri güçlendiren bir hazırlık aşamasıyla yoğurmalıyız. İş Kanunu’ndaki en basit haklardan İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu’na kadar haklarını bilen işçiler müdür, şef, sendikacı karşısında özgüvensiz kalmayacaktır, öyleyse işçilerin bu kapasitesini genişletmeliyiz. Kendisine yapılan haksızlığı her yerde teşhir ederek toplumda itibarsızlaştırmayı bir mücadele biçimi olarak ele alan işçiler artık geri çekilmeye o kadar da yatkın olmayacaktır. Öyleyse işçilerin bu gücünü ve kabiliyetlerini artırmalıyız. En nihai olarak da sendika üyeliği sınırında değil bizzat kendi karar aldığı, aldığı kararın peşinde gittiği, sözünü söylediği bir özörgütlenmeyi geliştiren işçiler artık geri adım atmaz. Öyleyse işçilerin komiteleşmesini teşvik etmeli ve kolaylaştırıcı olmalıyız.
Başta sağlık olmak üzere pandemi ve büyük kapatılma koşullarında zaruri yapılması gereken işleri yapan işçiler deyim yerindeyse bir kahramandırlar. Üstelik en kötü koşullarda çalışmalarına rağmen hayatın sürekliliğini de sağlıyorlar. Ancak hak ettikleri değeri görmüyorlar. Bunun için bir yanı -örneğin- hastanelerde sağlık emekçilerinin güvenceli çalışma mücadelesiyse bir yanı da sağlığı, bir halk sağlığı sorunu olarak ele alacak sağlık hakkı mücadelesidir. Büyük bir kısmını sağlık emekçilerinin de yaşadığı fatura ödeme derdinden kira sorununa kadar her başlık iç içe geçerek ilerlemeli ve sendikal sınırları aşan, sendika aracının da dâhil olduğu çizgiye dönüşmelidir.
Özellikle salgın koşullarında, yer yer ortaya çıkan bireysel itirazlardan daha örgütlü direnişlere kadar bir dizi olanak bunun gerçek bir harekete dönüşme potansiyelini gösteriyor. Öyleyse bunu daha etkili bir harekete dönüştürelim.